Pencerelerin arkasında, perdelerin arasında, kapıların ardında, zeminin aralıklarında, tavanın boşluklarında, sessiz duvarların dışarı kusmuş boyalarında gizlenen birçok ses vardır. İşte bu cansız varlıkların bile bir yaşam belirtisi gösterecek kadar dertle dolduğu zamanlarda onları bıraktığınız gibi bulamazsınız. Perdeler ne hikmetse kornişten ayrılır ve kendisini asmış biri gibi sallanır. Pencereler bir anda açılıverir hiç yeri değilken ve soğuk bir rüzgâr suratlarımıza tokat gibi yapışır da ağırlığı kalır. Kapılar gıcırdamaya başlar, zeminler böcek tutar. Tavan su akıtmaya başlar ve küçük bir kız çocuğu gibi durmadan ağlar. Çünkü onu teselli edecek hiçbir şey yoktur. Duvarlar katılır tavanın gözyaşlarına. Odayı aydınlatan bir lambanın dahi ulaşamadığı küçük bir karanlık nokta vardır. Bir ismi olsa o karanlık noktanın, işte o şiddet olurdu. Okumuşundan cahiline, gencinden yaşlısına, erkeğinden kadınına kadar hiçbir ayrımı olmadan herkeste görülebilir bu karanlık nokta. Korkulacak bir virüs varsa işte budur.
Temmuz ayında Alfa Yayınları tarafından yayımlanan Kırık Şehir kitabı Raşel Meseri kaleminden çıkmış ve yüreğimize bir yumru şeklinde oturmuştur. Kitabı elime alıp okuduğum günden beri hayatımda oluşan değişiklikler ile kitap içerisinde geçen olayların birbirini tutuyor olması benim için onu ayrı bir yere koymama yetti. Kırık Şehir dünyanın ve son zamanlarda ülkemizin halen kanayan bir yarasını barındırmakta. Raşel Meseri, Kırık Şehir içerisinde yer alan karakterlerin neredeyse hepsine söz hakkı vermekte. Saniye Gulê ile başlayan kurgu daha sonra Avukat Berrak ve Berrak’ın çevresindeki insanların hayat hikayeleri veya söz almasıyla devam etmekte. Böylece her zaman doğruluğunu savunduğum gibi farklı bakış açılarıyla kurguya büyük etki sağlamaktadır.
Saniye Gulê, çocuk yaşta evlendirilen ve yaşça büyük bir adamın karısı ve kendisinin de yakın arkadaşı olduğu Ferah’ın intiharına şahit olur. Ferah, adı gibi ferah bir hayat geçirememiş ve belki de kader deyip geçiştirmiştir. Çocukluğunu yaşamadan büyük insanların yapacağı şeyleri yapmaya zorlanmış çocukların işte o yaşayamadıklarını yaşamak için uğraşlarını kimse görmez. Çocuk evcilik oynayamadan evcilik oyunun içinde oynatılan bebeklerden biri haline gelir. Biri ona yemek yapmalısın der ve gider yapar çocuk. Bu senin kocan der onu kontrol eden kişi, ona itaat etmelisin. İtaat eder çocuk. Sus der, susar. Yat der, yatar. Çıkma, bakma, yapma, ben varım, sen yoksun, sen yoksun, yoksun. Yok olur çocuk.
“O anda birçok şey görmüş, duymuş, algılamıştı ama arkadaşının düşerkenki yüzünü, ifadesini görmemişti bile. Ne hissetmişti acaba? Korku? Heyecan? İç bunaltısı? Rahatlama? Hınç? Güç? Saniye Gulê hiçbir zaman bilemeyecekti merakının cevabını. Havadayken hareket edip etmediğini bile fark etmemişti hatta. Öylesine pat diye düşüvermişti. Işıltısız bir yıldızın kaydığını kimsenin görmemesi gibiydi. Pat!” (s.14)
Ferah’ın kocasını bıçakladıktan sonra balkondan aşağı kendisini atmasının ardından doğa ananın bardağındaki eksik bir damla da düşmüştür. O gün diğer hiçbir gün gibi sessiz geçmeyecektir. Yağmurlar, dolular, arabalara çarpan martılar, seller, rüzgarlar, insanlar, erkekler, kadınlar, yeniden erkekler. Yeniden erkekler çünkü kadınları öldüren erkeklerin üzerine yeniden erkeklerde bu sefer kadınlar erkekleri öldürmeye başlamıştır. Ferah’ın acımasızca hayatına son vermesinin üzerine ortalıkta dolanan onlarca erkek cinayeti haberi ülkenin düzenini bozmuştur. Bu haberlerin doğruluğu bir türlü kanıtlanamaz ve bu durum yaşayan erkeklerin gözle görülebilen korkularını ortaya çıkarır. Bu korkuyu doğa ana dolularıyla mümkün olduğunca taşlamaya başlar.
“Kadın örgütleri defalarca erkek cinayetleriyle herhangi bir ilgileri ve bilgileri olmadığını anlatıyor; kan dökmeyi değil, akacak kanı engellemeyi ve kadını şiddetten korumayı amaçladığını söylemeye çalışıyorlarsa da karşılarındaki kör duvara çarpıyorlardı.” (s.48)
Geçmiş zamanda okuduğum bir haberde aramızda yaşayacak kadar gücü her seferinde bulan bu şiddetin bitebilmesi için sinema, dizi, film ve kitaplarda dövülen kadınları işlemek yerine tam tersi bir tutum sergilemenin veya bu durumun sonuçlarını en çirkin gerçekliğiyle ortaya dökmenin korkakları bu yoldan çevirebileceği yazıyordu. Sürekli dövülen, parmakları kırılan, dışarıdaki hayatı parmaklıklarla çevrili pencerelerden izleyen, bir yerlere sürüklenen kadınlar yerine Kırık Şehir kitabında bardaktan taşan o son damlanın doğanın çizgisine değmesi sonucunda hava olaylarının can alacak derecede kötüleşmesi, hayvanların düşerek ölmesi ve bu düşüşün bir arabanın camına yapışmak gibi oldukça berbat bir şekilde olması, kadın şiddetine dayanamayan kadınların erkeklerin öldürüldüğüne dair haberler yayması, adliyeyi farelerin basması, seller, fırtınalar ile oldukça dikkat çekici hale gelmekte ve okudukça insanın korkularını ortaya çıkarmaktadır.Raşel Meseri, böylesine ciddi bir kurgu içerisinde bizi kâğıttan bir geminin bir avuç suyun içerisinde ayakta kalmak için can çekişmesi misali can çekiştirmiştir. Bunu yaparken muazzam betimlemeler yaptığını söylemek isterim. Bu betimlemelerini kitap boyunca sürdürmekte ve etkisini yitirmemesi için çok sık aralıklarla tekrar etmektedir.
“Her an birisinin kafasına ineceğini düşündüren tekinsiz tabelalar zangırdadı, sertleşmiş ve tutma kabiliyetini kaybetmiş macunlu camlar intihar edeceklerini ayan beyan titreyerek belirtti, yerden kalkan tozlar caddenin muhtelif odaklarında anaforlar oluşturdu. Klakson çalarak önündekini hıza davet edeceğini düşünen araçlar şahlandı, trafik ışıklarını iplemeyen yayalar arabaların arasından karınlarını içlerine çekerek geçti.” (s.19)
Kırık Şehir içerisinde etkilendiğim bir bölüm var: Yeşim. Yeşim’in hikayesinin sahnelendiği sayfalarda bir eşyanın kokusundan o eşyayı kimlerin kullandığının anlaşılacağını anlatıyor Yeşim. Bunu beş dakika önce bir antikacıdan çaldığı düdüğe bakarak anlatıyor. Okuduğum anda bunun gerçek olup olamayacağını düşünmedim değil. Yani anlayacağınız Yeşim anlattıklarıyla zihnimin içinde 4,3 şiddetinde bir depremle her şeyi sallayarak ortalığa saçılmasını sağladı. Ortalığı toparlarken bazı şeylerin yerlerini değiştireceğim kesin.
“Normalde metalin kendisi kokmaz. Ten, metale değdiğinde salgıladığı ter ve içindeki yağ metalle tepkimeye girer. Yani koku, metale değen tenin kokusudur.” (s.119)
Kırık Şehir’de yağmurlar yağarken uyumak için kenara koyduğum kitabımdan sonra bulunduğum şehri yağmur ıslattı. Delice yağan yağmuru balkona çıkıp izledim ve hangi şehirde dövülen kadının gözyaşlarıdır diye düşündüm. Kırık Şehir’de yağmurdan sonra bir anda bastıran dolu trafikte kalmış arabaların camlarını döverken bulunduğum şehre uyduların işlerini engelleyen ve elektrikleri kesen yağmurlu fırtınanın ardından dolu yağarak çatılarımızda bir müzik oluşturdu. Kırık Şehir’de gökten yağmur niyetine görevlendirilmiş kuşlar hırçın bir şekilde insanların suratlarına çarpa çarpa ölürken bulunduğum şehirde bu sabah uçarken evimizin camına çarpan kuş camda suratının iziyle bize bir mesaj bıraktı. Tüm bunlar olurken okuduğum bir kitabın hikayesini yaşamanın ne derece ağır ama özel bir his olduğunu düşündüm. Kâğıttan bir gemiydim ve şimdi batmıştım. Keşke yaşadığımız kötü şeyler de yerin dibine batsaydı.
Doğadan ve canı yanan her kadından not;
“Madem kadınlarda yarattıkları korku, uyguladıkları şiddetin yakıtını sağlıyor o halde tersine, biz onları korkutmalı ve yakıtsız bırakmalıyız. Evet, onları engellemeli, korkutmalı, yaptıklarını yanlarına kâr bırakmamalıyız. Onları yakaladığımız her yerde, her zaman cezalandıracağımızı bilmeliler. Bedeli olacağını, intikam alacağımızı bilmeliler. Bilmeliler, erkek üstünlüğü üstüne kurulu bu anlayışı bir gün mutlaka yıkacağımızı.” (s.178)
Kitabın sonunda elinizle kalbinizi yokladığınızda hâlâ orada olduğunu hissettirecek sızıyı avucunuzda hissederseniz şanslısınız, hâlâ insansınız. Bu yolda yanımızdasınız. Güçle değil sevgiyle kazanacağız karşımıza çıkan her savaşı. İyi okumalar!
- Kırık Şehir – Raşel Meseri
- Roman – Alfa Kitap
- 200 sayfa