Çok fazla görmediğimiz, duymadığımız, yeni soluklarımızdan öykü yazarı Hakkı İnanç, 2013 Selçuk Baran Öykü Ödülü’nü Bozuk ile aldı; daha sonra 2014’te Ateş Etme Silahsızım’ı yazdı. Bu kitabıyla da Ankara Üniversitesi 2015 Edebiyat Ödülleri’ne değer görüldü.
Hakkı İnanç ile öykü üzerine keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik.
İyi okumalar.
Uzun zamandan beri söyleşi, röportaj veya herhangi bir mecrada adınızı pek duymuyoruz. Yakın zamanda 16. İzmir Öykü Günleri kapsamında “Öykünün Yurduna Yolculuk” isimli sunumda Ayşe Akaltun, Hakan Unutmaz, Kâmil Erdem gibi isimlerin yanında konuşmacı olarak bulundunuz. Nasıl geçti 16.İzmir Öykü Günleri? Öykü günlerinde bulunmayanlar için yersizlik, yurt gibi kavramlardan öyküye bakacak olursak neler söylemek istersiniz?
İzmir Öykü Günleri’ne yine yoğun ilgi vardı; bu benim ikinci katılışımdı. Dolu dolu geçmiş iki günü özetlemem zor, hele de kaçırdığım oturumlar varken. Ancak tüm etkinliklerin kaydedildiğini biliyorum. Konak Belediyesi sanıyorum bunları paylaşacaktır. Yersizlik, yurtsuzluk meselesine gelirsek, bence edebiyatı rahatsızlık doğurur. Ömrünce soğuk taşa yatmak da öyküye çıkar, sıcak yatağında buz gibi mermere uzanmış hissetmek de. Kim bilir, belki Sait Faik de Nâzım Hikmet gibi gurbette ölmüştür.
Birinci soruda da söylediğim gibi uzun zamandan beri röportaj, söyleşi veya herhangi bir dergide yazdıklarınızla adınızı pek duymuyoruz. Bir söyleşinizde “Ben özellikle Ateş Etme Silahsızım‘ın son öyküsünde yaramazlık yapıp komşu bahçeye geçtim.”2 demişsiniz. Okuru öbür bahçe diyebileceğimiz şiirsel kısa öyküler mi yoksa çoğu söyleşinizde bahsettiğiniz, kafanızda dönüp duran, notlar aldığınız bir novella mı bekliyor?
Yıllardır adımın duyulmayışını önce vasat kitaplar yazmama bağlıyorum. Çünkü iyi kitap bir şekilde okurunu bulur, yazarını gönendirirdi. Sosyal ağlardan okur devşirecek halim yok. Kimsenin güzel kardeşi, güzel ağabeyi olmak da istemiyorum. Edebiyat çevresinden ne kadar az insan tanırsam o kadar iyi. Derdiniz yazmaksa reklama kafa yormazsınız, bu başkasının işi. Tek gayem gerçekten iyi bir kitap yazmak. Novella üzerinde çok çalıştım. Doğru dili bulmak seneler sürdü. Tabii süreç uzadıkça şevkim kırıldı. Elimde ajanda dolusu notla doğru zamanı bekliyorum. Şimdilerde yeni öykü dosyama çalışıyorum. Bahsettiğiniz şiire çalan kısa öyküleri iki kitabımın arasında yazmıştım. Kalemimin nereye gidebileceğini görmek istedim. O kadardı.
Bozuk, yayımlandığı günden bugüne adından söz ettiren, birbirine teyellenmiş diyebileceğimiz öykülerden oluşuyor; kadınların, erkeklerin, çocukların dünyalarına değinmeyi ihmal etmediği gibi terk edilmişlerin, eşi kaybolmuş çorapların, çürümüş portakalların, vaktinde gelmeyenlerin veya gelecek diye beklediklerimizin öykülerine de değiniyor. Ateş Etme Silahsızım için de söyleyebilirim bunları ama “Sehpa”, “Demir Bilye”, “Kanca” gibi nesneleri barındıran öyküler bir tık daha önde diyebilirim. Nesneler artık kişilerin kendi hikâyesine bakmak istemesinden mi veya hikâye anlatıcısına ihtiyaç duyduğumuz için mi ön planda?
“Bozuk”ta daha bildiğim sularda yüzmüştüm. Gerek konu gerek karakter bakımından. İkinci kitabımda hem bu kaynak tükenmişti hem de ben farklı bir iş yapıp ilk dosyamı unutturmak istiyordum. Sehpa, bilye, kanca… şunu şunu temsil ediyordu deyip simgemi açıklama hatasına düşmeyeyim. Benzer soruyu yıllar evvel öyküye dönük yanıtlamıştım. Bu defa kendime bakacağım. Uzağa giderken yanınızda alıştığınız hayattan bir parça götürürsünüz ve bu sayede daha güvende hissedersiniz. Benimki de o hesap.
“Yalnızca aşkın, emeğin, güneşin, barışın, savaşın… yazarı olmak istemediğim gibi, yalnızca çocukluğun yazarı olmak da istemem. Ancak, çocukluk, alnımızdaki bir doğum lekesi gibi. Onu yok saymak, yazının doğasına aykırı.”1 Demişsiniz bir söyleşinizde ve en uzak hedefinizin bir çocuk kitabı yazmak olduğunu söylemişsiniz. Son dönemlerde popüler olan çoğu öykü yazarı bilerek veya bilmeden dokunuyor çocukluğa. Siz ne düşünüyorsunuz bu konu hakkında ve çocukluğunuzda okuduğunuz aklınızda kalan çocuk kitaplarından bahsedebilir misiniz?
Nereye dokunduğunu bilmeden yazar olunmaz, hele öykü yazarı hiç. “Herkesin kendinden bir şey bulacağı…” diye başlayan klişe arka kapak yazıları vardır. İşte o şeyin membası (kaynağı) çocukluk. Hepimiz çocuk olduk. En silik kalem bile bunu yazarak okura duygu iletebilir. Geçmişe dönemeyeceğimizi biliyoruz ve o imkansızlaşmış evrendeki nostalji etkisi yazarın kusurlarını örtecek denli güçlü. Öyküm, atmosferiyle hatırlansın isterim. Küçükken yediğimiz patlayan şekeri ancak bu uğurda metne alırım çünkü okurun “O şekeri ben de çok severdim,” deyip susması beni üzer.
Çocukken pek okumazdım, şu kitap beni derin etkilemişti dersem yalan olur. Devleriyle cüceleriyle “Gulliver’in Gezileri”ni hatırlıyorum bir tek. O da çocuk kitabıysa…
“İnsanın durduğu yer mühimdir Leyla. Sen bir kuyumcunun önünü seçmişsin… O cadde üzerinde eski bir saat tamircisi de vardı, bir sahaf da. Tiyatro, sinema ve sergi salonlarını atlamışsın.”
Öykülerinizde insanın durduğu yer ve nasıl yaşadığının önemli olduğunu vurguluyorsunuz. Hayat ve yer bağlamında bakacak olursak nerede duruyor Hakkı İnanç?
Bunu benim söylemem ne denli doğru bilmiyorum. İnsan kendini kolay kandırıyor çünkü. Ömür boyu aramak, bulduğunu sanmaktan yeğdir gibi geliyor. Hep daha insancıl bir yere ilerlemeye çalıştığıma inanıyorum.
Öykülerin değiştirici bir etkisi olsaydı, yazacağınız öykülerin neleri değiştirmesini isterdiniz?
Öykünün zaten değiştirici etkisi vardır. Siz belki daha büyük bir etkiyi kastediyorsunuz. Savaşı, hastalıkları bitirmek gibi. “İnsanlar sevgisiz kalmasın isterdim; bütün kötülükler sevgisizlikten doğuyor çünkü,” aklıma gelen en politik yanıt. Ama ben bunun için bile yazmak istemezdim. Böylesine bir baskı kalemimi kırar. Öykü gökdelenleri yıkıp yerine çiçek tarlası yapmaz ki. Pencerenin önüne bir sardunya, hatta onu bile değil, sadece kokusunu bırakır.
Ateş Etme Silahsızım’ı yazarken “Bu bir Hakkı İnanç öyküsü,” denmesindense “Bu güzel öyküyü de mi Hakkı İnanç yazmış,”3 denmesini yeğlediğini yazmıştım ve “güzel öyküler” aradığını vurgulamışsınız çoğu mecrada. Nedir güzel öykü size göre?
Bir sanat eserine sadece güzel demek, aslında onu ciddiye almamak veya cehaletten ne söyleyeceğini bilememektir. Benimki ikisi de değil. Böyle alıntılanınca cümle bağlamından kopmuş. İzninizle küçük bir açıklamayla başlayacağım. Ortaya bir sanat eseri koyabilecek miyim, bilmiyoruz. Kendimi ya da gelecekte yazacaklarımı över duruma düşmek, isteyeceğim son şey bile değil. “Güzel”i sadece idealimdeki öykümden bahsederken kullanıyorum. İmrendiğim öykü zihnime atmosferiyle kazınıyor. Bu da tüm öğelerin gereğince kullanımıyla mümkün ve her metnin terazisi ayrı. Unutulmayan, kendine has kokular gibi bir öykü yazabilsem keşke.
Ne Okuyorum? okuyucularına hangi kitapları, filmleri önerirsiniz?
Tanımadığım insanlara bir şey önermek istemiyorum. Tuhaf hissettiriyor. En sevdiğim kitabı ve filmi söylemiş olayım: “Tatar Çölü” ve “Korkak Robert Ford’un Jesse James Suikastı”
Söyleşi için çok teşekkür ederim. Son olarak Hakkı İnanç’ı okumama vesile olan ve sayelerinde güzel öykülere dokunduğum için Don Kişot Kitabevi ortakları Veysel Kaygusuz’a ve Fırat Küçük’e çok teşekkür ederim.
- http://www.okuryazar.tv/hakki-inanc-bozuk/
- http://www.tersninja.com/hakki-inanc-oyku-bahcesinden-cikmadan-siiri-koklamak-daha-dogrudur/
- https://www.neokuyorum.org/bu-guzel-oykuleri-hakki-inanc-yazmis-ates-etme-silahsizim/