Eğer bu yazıyı zihninizdeki ayrımlarınıza derinlik kazandırmak adına okuyacaksanız rica ederim sağ üstteki çarpıya tıklayın ve kapatın sayfayı. Zira, bu sayfalar kategorize edilmek adına değil hal-ü ahval bildirmek için yazılmış ve bir babaya ithaf edilmiş acı satırlardan oluşmaktadır.
Siz hiç sidik, kan, ter içerisinde bir hatun böceği ile dertleşmek zorunda kaldınız mı? Size bu satırları yazarken her şeyi bir kenara bırakıp sadece şu sahneyi düşünmeye çağırıyorum. On iki kelimelik bu muazzam işkenceyi hissetmeye; kitabımızın başkahramanını, hemşehrilerini, annesini, bacısını, kardeşlerini, Diyarbakır’ı, doğuyu anlamaya çağırıyorum. Hoş ben çağırmasam dahi okurken yattığınız yatak, oturduğunuz koltuk belinize batacak, gözleriniz dolup dolup geri boşalacak. Orada yazanların gerçek olması boğazınızda belki de hiç geçmeyecek yumrunun ilk düğümü olacak…
Kitap 1971 darbesi sonrası dönemde Diyarbakır Cezaevi başta olmak üzere doğu coğrafyasını, insanından çilesine değin her şeyiyle gözler önüne sermekte. Kitabın başlarında Diyarbakır surlarına yazılan: ‘’Batıya elektrik yol, doğuya jandarma karakol’’ sloganından bahsedilir. Bu cümlenin tek kelime Türkçe bilmeyen insanlar tarafından yazılmış olmasının acısını duyabiliyor musunuz? O insanlar postallardan yedikleri acıları surlarına onların dilinde yazmaya çalıştılar. Çünki, eğer yaşamak istiyorlarsa egemenin dilinden konuşmak zorundaydılar. Egemen onları alır, işkencehaneye götürür suçu bilinmeksizin canından can çıkarır, insanlıklarını hiçe sayar, istenilen gibi olmadıkları için batıya aş için verdiği elektriği onların vücutlarına verir. Hatta egemen öyle bir noktaya gelir ki ‘’Allah’ınız, peygamberiniz, sahibiniz, başınız biziz burada. Buradan sesiniz kimseye ulaşamaz. Hiç kımıldamayın, oraya buraya kımıldamayı bile denemeyin… Kafanızı karınca gibi ezeriz.’’ cümleleri hiç tutulma yaşamaksızın ağzından tükürük ve köpüklerle çıkar. Çünki, o Tanrı’dır ve onun davranışları sorgulanmayacaktır. Tanrılığından aldığı bu kutsal güç ile insanları iktidar savaşı içerisinde yaşam bulmaya iter. Mahkûmlar cezaevindeki tüm postallara ‘komutanım’ derler çünki Foucault’un politik iktidarı burada yeni özneler ile hayat bulur. Burada bulundukları süre zarfında iktidar adeta mahkûmların bedenine acı içinde işlenmeye çalışılsa da unuttukları önemli bir şey vardır: ‘’Tutukluların kanları –büyük ihtimalle senin kanın da- işkencehanenin duvarlarına nakşolmuştu.’’ Taussig’in de dediği gibi: ”Kendini yıkan bir dünya bir resim yerine geçip bir taşta, şaşırtıcı bir olguda sonsuza dek yaşayacak ama sessiz ve durgun olduğu için biz bunu olduğu hâliyle göremeyeceğiz.” Yani kendini yıkan o dünyanın fotoğrafı taşlarda sonsuza dek yaşayacaktır.
Kitaptaki kahramanımız tüm bu kan revan mücadelede dahi umudu cebinden eksik etmez; sevdiklerini düşlemeye, şiirler düzmeye devam eder. Cezaevi onun umutlarında yepyeni bir anlam kazanır. Onun için cezaevi amcanın anlattığı şekilde şekillenmektedir: ‘’Biliyorsun, cezaevleri toplumsal üniversitelerdir. İnsan isterse cezaevinde kendini geliştirebilir. Bizleri üniversitelerden aldılar, getirip cezaevine koydular. Neden? Dünyayla, aynı şekilde üniversiteyle ilişkimizin kesilmesini istediler tabii. Bizi cezaevinin yalıtılmışlığı içinde dondurmak istediler. Ama zorbalar cezaevlerinin de üniversite olduğunu anlayamazlar.’’ Direnmek dile pelesenk olmuş olsa da bu satırlarda hayat buluyor, kitabın ortalarında geçen bu satırlar direnmek kelimesinin alın terini hakkıyla yaşatıyor.
Bu kitapla sizi savaş tamtamlarının çaldığı bu dünyada empatiye davet ediyorum.
‘’Şehir gibi sakinleri de ikiye ayrılır: Bir bölümü dışarıdadır ve görünür, diğer bölümü ise içeridedir görünmez.” Sizi görünmez olanı görmeye davet ediyorum.
‘’Evet; okuduğum, duyduğum, dinlediğim şeyler masal değildi. Şimdi bizzat yaşıyordum onları. Çok eski bir şairimiz ‘yaralıların yaralıdır yaraları, soğuğa ayaza tutmayın’ demişti’’ yaralı insanların üşüyen yaralarını sarmaya davet ediyorum.
”Kokusu sarhoş eder insanı, dikeni can yakar.’’ çelişkisi içerisinde viran şehri tanımaya davet ediyorum.
Ve ‘‘Aşka en çok çaresizlerimin ihtiyacı vardır.’‘ diyen Kewok ve Baz’ı sevmeye davet ediyorum.
Bu kitap her yaşta okunmalı ki hayat bizim gördüğümüz gibi değildir diyebilmeli.
Son olarak bu kitabı Türkçe okuyarak ‘’Beni Kürtçe yaz.” diyen yaşlı amcanın vasiyetini yerine getiremediğim gibi onu kendi muhtevası içinde geldiği anlamlarla görememek de ayrı canımı yakıyor. Sonsuz özürler sana yaşlı amca, bir gün seni senin kelimelerin ile okuyacağım.
Bir şarkı tavsiyesi ile yazımı noktalayacağım. Sayfalar arasında kaybolurken Aynur Doğan’dan Yaranmaz Aşık’ı dinleyiverin ve üzerinizden atamayacağınız tek kimlik olan ‘insan’ı düşünün.
‘’Yârim geçti üzgün gördüm yüzünü, yoksa bir hoyratın elimi değdi
Kanlara belenmiş iki gözleri, yaranmaz aşığın dilimi değdi
Amman Amman dost değdi, aman Aman can değdi amman’’