“Hemen sevinme, sinirler gerildiğinde bak, umutlar bıçakla kesildi!” (sayfa 49)
Yaşadığımız dönemin sıkıntılarının içerisinde debelenirken çoğu zaman harcadığımız bunca emeğin bir kitabı çağırdığını düşünmeye başladım. Şimdilerde amansızca öldürülen insanlar, iç veya dış savaşlar yönümüzü oldukça bozuyorken kitaplar da savaşı anlatmaya başlıyor sanki. Bu öyle bir his ki, yıllar önce yazılmış bir kitap bulunduğu yılda bile kendisine yer hazırlayabiliyor. Çünkü dünya döndükçe biz de dönüyoruz. Yerimizde sayıyoruz.
2005 The Man Booker International Prize sahibi İsmail Kadare’nin dilimize çevrilen on bir kitabı bulunmakta. Geçmiş zamanda yayınlanmış kitabı Taş Kentin Düşüşü kitabı ise şimdi Ketebe Yayınları’nın mart ayı seçkisi içerisinde yer almakta ve yayınevinin Kadare kitaplığındaki üçüncü kitabı olmakta. Taş Kentin Kroniği kitabının ardından adeta bir devam kitabı olduğu hissedilen Taş Kentin Düşüşü’nün çevirisi Ece Dillioğlu’na ait.
İsmail Kadare’yi Taş Kentin Kroniği kitabı ile tanımıştım. Böylesine zor bir konuyu barındıran kitabın iyi bir çevirisi olmasaydı bu kadar etkilenebileceğimi düşünmezdim. Akıcı bir dilin altında sürüp giden savaş yıllarını konu edinen Taş Kentin Kroniği, taş sokakları arasında can çekişen Arnavutluk’u kucaklıyor. Bu öyle bir kucaklaşmaydı ki avucunuzun içerisinde yaşatmak için tuttuğunuz kelebeği haddinden fazla sıkıp öldürmüş olmanız gibi bir his bırakıyordu. Fakat öldürdüğünüzün farkında değilsiniz henüz. İsmail Kadare, Taş Kentin Kroniği’nde sığınma yerlerinde yaşamaya çalışan insanlarından, ailesini acımasız kurşunlarla kaybeden insanlarına kadar bütün Arnavut halkını göz önüne alarak kalbinizi yumuşak bir canlı gibi parçalamaya hazır. Gerçeklerin hissettirdiği tam da budur. İsmail Kadare ise bunu göstermekten çekinmemiş nadir yazarlardan biri.
“İsmail Kadare’nin sadece bu kitabı değil, Taş Kentin Kroniği de aynı şekilde savaşı halkın gözünden anlatıyor. Bu kitapları çevirirken çok duygulandım. Keşke savaşlar romanlara bile konu olmasa. Kısır döngü içerisindeyiz. İlerleyen zamanlarda yine bunlar yaşanacak, yine kitaplara konu olacağız” (Çevirmen Ece Dillioğlu’nun bir gazeteye verdiği röportajdan)
Birbiri ardına denk gelen savaş kitaplarının ardından Taş Kentin Düşüşü de bu kitaplar arasında yerini aldı. Arnavutluk’a yapılan saldırıları konu edinmeye devam eden İsmail Kadare bu defa iki doktor kardeşin sırtına bağlıyor tüm yükü. Cerrah olan bu iki doktor aynı zamanda jinekologdur. Bu iki kardeşi ayıran tek nokta birinin Küçük, diğerinin ise Büyük diye anılmasıdır sanırım. Bunun haricinde hayat yollarını aynı çizgi üzerinde yürütmüş olan iki kardeş, karakterlerini birbirinden farklı yaratarak insanların da ayrım yapmasını kolaylaştırıyor adeta. Belki bunun sebebi en çok da kendilerinin birbirlerini ayırmak istemesi. Anne karnından başlayan bu birliktelik aynı meslekte ve aynı hastanede çalışmalarına kadar gitmişken Büyük Doktor Gurameto kendini daha sert ve Alman kültürüne yakın yetiştirmiş, Küçük Doktor Gurameto ise Arnavut halkının daha çok benimsediğini düşündüğüm daha ılımlı bir doktor olarak yetişmeyi tercih etmiş. Bu yine de Küçük Doktor Gurameto’nun ağabeyini kıskanmasının önünde engel değil.
Ta ki Arnavutluk’un yeni hayranı Almanların arasından bir albayın Büyük Doktor Gurameto’nun okul arkadaşı çıkmasına kadar her şey yolundadır. Arnavutluk’un yolunda ilerleyen Alman askerlerinin başındaki albay elindeki tek bir adresle eski arkadaşının evinin kapısına varır. Ölümden döndüğü anda bile bu eski arkadaşının hayaliyle ayakta kaldığını söyleyen albay, Almanları öldüren insanların isimlerini de bu yakınlık bahaesiyle alacağını düşünür. O akşam eski arkadaşını karşısında gören doktor, evine ve sofrasına buyur eder. Aralarında geçen konuşmada sırlar, kanunlar, değişmediğini düşündükleri arkadaşlığın iskeletinden çokça söz edilir. Sohbetin derinliğine hiçbir şekilde detay verilmemiş olmasına rağmen bu arkadaşlığın sıradan arkadaşlıklara benzemediği ve gerçekten bir kökünün olduğuna inancı güçlendiriyor.
“Tüm bunların yanında, insanlarda kadere karşı bir hoşgörü de hissediliyordu. Çünkü kader insanları, tıpkı takvimdeki bir çeşit canavar gibi hayal gücünden kaçmayı başarabilen, hiçbir şeye benzemeyen bir zaman türünü anımsatan, iki gecenin birbirine yapışmasıyla oluşan ve tıpkı namusunu kaybeden eski Engirikasrılı kadınların boğulması gibi kendi aralarında gündüzü boğup birleşerek bütün hâline gelen “iki gece” ifadesi gibi kadim ve unutulmuş olaylardan korumuştu.” (sayfa 21)
Taş Kentin Düşüşü, Nazi askerlerinin ve Arnavutluk’a hizmet eden doktorun sahip olduğu Nazi albayı arkadaşın o akşamki yemekte konuştukları üzerinden devam ederken beni etkileyen bir başka hikâyeye de kapı aralıyor. Engirikasrı kentinde yer alan Şanişas Mağarası’ndan söz eden İsmail Kadare, bu mağaranın Tepedelenli Ali Paşa’nın kız kardeşinin adından geldiğini anlatır. O zamanlarda kentin en korkunç hapishanesi olarak anılan Şanişas Mağarası, bütün işkencelerin gerçekleştiği yerdir. Mağaranın dışında bulunan küçük bir delikten içeride gerçekleşen işkenceleri izleyebilen Tepedelenli Ali Paşa yeni gelinleri kaçırıp zulmeden kişilere yapılanlara şahit olur. O zamanlardan bu zamanlara kadar geçen elli yılda bir daha kullanılmayan hatta kapısı dahi hiç açılmamış olan bu mağaranın prangalar takılmış iki doktor için tekrar açılacağı düşüncesi kentin insanlarının dilindedir. Elli yıl içerisinde Türk valinin öldürülmesi, Valide Sultan’ın zehirlendiği şüphesi, antikomünist milletvekillerine yapılan komplo saldırısı, krala karşı başlatılan isyanlar olmuştur fakat bunların hiçbiri mağaranın açılması için yeterli bir sebep oluşturmamıştır. Elli yılın sonunda Nazi albayı ile yemek yiyen ve konuşulan her ne ise o akşam el konulan insanların serbest bırakılmasını sağlayan Büyük Doktor Gurameto ve kardeşi Küçük Doktor Gurameto’nun bir parmağı olduğu düşüncesi diğer bütün sebeplerden daha ağır ve ciddi gözükür. Tüm bu gizem Rusları, Almanları ve Arnavut halkını meraklandırır.
Tüm bu gerçekliğin yanında kadınların da işin içerisinde olması Taş Kentin Düşüşü’nün sıradan bir savaş hikâyesini barındırmadığı gerçeğini gözler önüne seriyor. “Yoldaş!” diye seslenilen her kadının gizli nişancılar tarafından vurulduğu ve olduğu yerde yığılmaları kargaşanın arkasında gibi gözüken kadının tehdit oluşturacak derecede güçlü olduğunu kanıtlıyor adeta. İsmail Kadare, acımasız bir savaş hikâyesi konu alırken bunu irdelemeyi de çok iyi başarıyor.
“Sanırım Arnavutluk tarihi hakkında bir şeyler öğrendim ama cevapları kadar çok soruyla da baş başa kaldım.” (Bir okurun yorumu)
Kitabın sonuna geldiğinizde aklınızla incelikli bir yoldan oyun oynayan İsmail Kadare ile tanışacaksınız. Sorduğunuz tek soru şu olacak: Tüm bunlar gerçek miydi yoksa ben mi uydurdum?
İyi okumalar.
- İsmail Kadare – İsmail Kadare
- Ketebe Yayınları – Roman
- Çeviri: Ece Dillioğlu
- 164 sayfa