Fırsat buldukça Fakir Baykurt’un edebiyatımızda yerini över dururum. Şimdi de öyle yapacağım.
Genel olarak toplumcu gerçekçi edebiyatın temel konuları malumumuz: İşçi hakları, köy ve köylü yaşamları ve sorunları, zengin-fakir ayrımları, aydın-cahil kıyası ve bundan doğan (basmakalıp) eleştiriler. Kimi eserlerde sanki yazar anlattığı kesimi eğitimli, “Batılı tarzda yetişmiş”, güngörmüş entellerden ayırır ve onu eğitilmeye muhtaç bir pasif özne gibi konumlandırır. Okuyanlar yazara hak verir. Köylü kesiminin sığ, bilgisiz ve olanaksız kaldığı konusunda ikna olur. Belki aldığı gazla bir anda kolları sıvamaya niyetlenir. Ama köylerin ve insanların yaşamlarını oluşturan koşullar (ya da ideolojiler) düşünülmez. Arada bir duvar varmış ve okur bu duvarın öte yanından izlermiş gibi. Yani bana öyle geliyor.
Fakir Baykurt’u yalnızca toplumcuların değil tümden edebiyatımızın büyüklerinden saymamın nedeni onun meramını yazdığı karakterlerin dilinden anlatması. Bir yazar olarak değil Irazca olarak, Çakır Hasan, Gülcan olarak konuşması. Böylece yalnızca acınacak kırsal yaşamı değil oradakilerin iç dünyasını, onlara karşı duran ve onların karşı durduğu kimselerin de bakışını görece daha insani bir yönden okuyoruz. Empati kurmak kolaylaşıyor. Onları yoldan geçerken görüvermiş gibi değil; evimizde misafir etmiş, bir yer yatağında uyutmuş, yemeği aynı tabaktan kaşıklamış gibi okuyoruz.
Yayla, kendisinin okuduğum dokuzuncu kitabı. Her seferinde olduğu gibi bunda da nelerle karşılaşacağımı bilmeme rağmen büyük bir merakla takip ettim olay akışını. Anlatılanların bazılarını kalbimde bir sızı halinde hissederek.
“Eşsiz doğal güzelliği, tertemiz havası ve çeşit çeşit bitkileriyle, Ballıdere köyünün cennetidir Morsay Yaylası. Yaz gelince, köyün bir kısmı buraya göçer. Onlardan biri de Çakır Hasan’dır. Karısını, gelinini ve üç torununu takıp peşine, göçer gelir yaylaya. Bir çadıra sığışmak zordur ama, biraz mecburiyetten, biraz da burada şifa bulduklarına inandıklarından, vazgeçemezler bu mevsimlik göçten…
Günlerden bir gün bir kazı ekibi gelir Morsay Yaylası’na. Anlarlar o zaman doğası kadar tarihinin de zengin olduğunu bu yörenin. Kazı Ekibi’nde, işçinin, köylünün sorunlarına duyarlı pırıl pırıl gençler ve büyüklük taslamayan, kibir nedir bilmeyen bir profesör vardır. Asım Al’dır adı ama herkes ona Hoca Bey diye hitap eder.
Hoca Bey’le Çakır Hasan dost olur kısa sürede. Dilleri ayrı, gönülleri birdir ne de olsa… Çakır Hasan Hoca Bey’e çok rağbet eder; Hoca Bey de ilgisini esirgemez ondan. Herkesin keyfi yerindedir anlayacağınız… Ne var ki, bu güneşli tablo, Çakır Hasan’ın güzeller güzeli torunu Gülcan hastalanınca puslanıverir. Bildikleri her yolu denerler iyi olması için. Kazı Ekibi’ndekiler ise ellerinden gelen yardımı yaparlar. Lakin, Gülcan bir türlü iyileşmez. Hastaneye yetiştirilmesi gerekmektedir tez elden. Ama nasıl, hangi araçla? Tek çare Hoca Bey’e tahsis edilen ciptir. Ne var ki bu da onun iki dudağı arasından çıkacak tek kelimeye bağlıdır: Evet ya da hayır…”[1]

Böyle diyor Literatür Yayıncılık tanıtım yazısında. Genel hatlarıyla evet, böyle. Burada da diğer birkaç romanında olduğu gibi basit çözümlenecek işlerin nasıl dallandırılıp budaklandırılarak, sebeplerin hiç de azımsanmayacak dogmalardan kaynaklandığını da görerek, sonuçsuz bırakıldığını görüyoruz.
Tanıtım yazısının devamında Baykurt’un memur zihniyetini benimseyip kalıpları dışına çıkamayan insanları eleştirdiği yazıyor. Ben bunun haricinde bir de aydın-toplum ikiliği ekseninde okumayı tercih ettim.
Kitabın ana karakterleri Çakır Hasan ve ailesi ile kazı yapmaya gelen üniversite öğrencileri ile onların hocaları. Kitaba yön veren asıl olay ise Çakır Hasan’ın torunu Gülcan’ın bir gün aniden hastalanması.
Olaylar köylünün başına geliyor. Çareler aydınları temsilen köye gelen arkeologların elinde. Aradaki çatışmayı izliyoruz birçok bakımdan. Asıl nokta Gülcan’ın hastalığı ise de onun öncesinde de bu ikiliği bariz bir halde görebiliyoruz.
Çakır Hasan, köydeki çalışmaya sonradan katılan öğretim üyesini (Asım Al) el üstünde tutar. Ballı çaylarla, kurbanlarla, kendi topladığı otlarla besler. Torununun çeyizinden çıkardığı kilimlerle çadırını kurar. Bilgisine duyduğu saygıyı her fırsatta dillendirir. Yaptıkları işe bir anlam veremese de hissettiği ezikliği saklamadan kazının yararına ikna olmaya çalışır.
Bu sırada Hoca Bey de gördüğü ikramları Anadolu insanının koca yürekliliği, misafirperverliği, kadirbilirliğinden gelen müthiş iyi bir huy olarak değerlendirip devamını diler adeta. Boşanmayı düşündüğü eşi ile olan bozuk ilişkisini, kentte sağlayamadığı huzuru bu yaylanın havasından, suyundan, insanından faydalanarak atlatmayı planlar. Üstelik öğrencilerinden birine de kafayı takmıştır. Ayrıca köydeki kızlara da, Gülcan’a örneğin, alıcı gözüyle bakmaktan geri durmaz.
Önce Gülcan’a doktor getirmenin, sonra da onu hastaneye götürmenin yolları aranırken biz de koltuk sevdasına düşmüş, bencil “aydın” tiplemelerini görüyoruz.
Bunlardan ilki Hoca Bey elbette. Kırk derece ateşle bir deri bir kemiğe dönen Gülcan’a yalnız ateş ölçerini vermekle yetiniyor Hoca Bey. Oysa ona tahsis edilen cip derhal Gülcan’ı hastaneye yetiştirmelidir. İzin vermez. Ona zimmetlenen aracın kazı çalışmaları dışında kullanıldığı öğrenilirse kariyerinde ilerleyemeyeceğini söyler.
İçine girdiği toplumun etinden sütünden faydalanıp onun yararına çalıştığını söyleyip iş fedakârlık etmeye geldi mi köşesine çekilen öğretim üyemiz sözde aydın tiplemelerinden yalnızca biri. Bir başkası Çakır Hasan’ı kapısından kovup Gülcan’ı muayeneye gelmeyen doktor. Ertesi sabah taşınacağını, artık yerine kim geliyorsa onunla konuşulması gerektiğini söyleyip kapar kapısını doktor bey. Onun yerine kendi gibi köylü olan sağlıkçı Harun Efendi’yi bulur Çakır Hasan.
Bir başka işe yaramaz Şef Hüseyin’dir. Asım Hoca’yı cipi vermesi için ikna edemeyen öğrenciler Orman Şefi Hüseyin’inden arabasını istemek için yola koyulurlar. O da başta ikna olacak gibi görünür ama öğrencilerin eleştirel konuşmalarını gururuna yediremez ve arabasını vermeyeceğini söyler. Öğrenciler eli boş döner.
Onlar bu üç karakterin grubuna girmez. Henüz. Okurken öğrencilerin de ileride birer Asım Al, Şef Hüseyin olacağını düşündüm. Yine de Gülcan’a iyi gelecek çareleri bulup ellerinden geleni yaparlar. En sonunda Hoca Bey’in arabasını kaçırıp onu hastaneye yetiştirirler. Ama her şeye geç kalırlar. Bunun en önemli sebebi bir türlü eyleme geçememeleri ve her kararlarını gereksiz yere uzattıkları forumlardan sonra almaları. Bu forum vakitleri ve konuşulanlar bana günümüz aydınlarının halini anımsattı. Ben bugün de kitleleri etkilemeye çalışan insanların yöntemlerini yanlış buluyorum çoğun. Onlar da 1977’de yayımlanan bu kitaptaki öğrenciler gibi konuşur konuşur ama eyleme geçmezler. Bir yerlerde bağırmanın ya da kendi aralarında entelektüel tartışmalara girişmenin topluma pek yararı olmadığını, yalnızca onların kendilerini işe yarar hissetmelerini sağladığını düşünüyorum. Dolayısıyla kitaptaki bu forum bölümleri de bana okumuş kentlinin cahil köylüden(!) ayrılan yönlerini gösterdi. Köylü lazım olanı anladığı gibi yapar, kentli üzerinde uzun uzun düşünür ve bunu bilgisine verir. Köylü eyleme geçer, atik ve cesurdur. Kentli tüm ihtimalleri göz önünde bulunduracağım derken olduğu yerde kalakalır. Söylediklerime örnek olarak Gülcan hasta yatağında kıvranırken yapılan şu forum verilebilir:
“Mehmet Ali:
‘Durumu biliyorsunuz. Yeniden anlatmanın, özet yapmanın gereği yok. Uzun boylu tartışmak için de vaktimiz yok. İvedilikle karara varmak zorundayız. Her noktayı tartışma konusu yapmayalım izninizle. Söz isteyen var mı?’Güler kaldırdı kolunu: ‘Ben!..’ diye bağırdı. Şaşırtıyla baktı herkes. Ne konuşacak bu susuk kız? ‘Halka yarayışlı olmayan bilim bilim değildir. Bilimse bile bizim istediğimiz bilim değildir. Yarın sabah kazı işçileriyle de konuşup kazıyı durdurmayı öneriyorum. Kazı işçileri bu işin dışında kalamazlar. Kendileri her ne kadar köy kökenli, uzun süredir işsiz ve de henüz bilinçlendirilmemiş kardeşlerimiz ise de bir özeleştiri anlamında söylüyorum, bunun sorumlusu da bizleriz. Kaç gün oldu şuraya geleli, daha bir gün ilgilenmedik kendileriyle. Şimdi tek başımıza kazıyı boykot edelim desek, sorarım size bir anlamı olur mu? İşçiler bizi desteklemedikçe Hocabey kazıyı sürdürebilir.’
Güler uzattıkça Mehmet Ali sabırsızlanıyordu. Bir kız arkadaşımız konuşuyor diye sözünü de kesemiyordu. Bereket kendisi keseceğini bildirdi.
‘Kısa kesiyorum ve öneriyorum. Yarın sabah işçi kardeşlerimizle bir forum düzenleyelim ve kazıyı birlikte boykot edelim. Hocabey hatasını kabul edip bizden özür dileyene kadar…’ Tam oturmuştu, fırladı gene. ‘Unuttum, bir ek yapacağım. Önerimin tartışılmasını istiyorum. Bir öneridir çünkü.’
Altan düşündü: ‘Bu kız geri zekalı!’
‘Arkadaşımızın önerisi üstüne söz isteyen?’
‘Bunun neresi tartışılacak arkadaşlar? Reddini istiyorum. Vakit ziyan ediyoruz arkadaşlar! Biz şimdi Hocabey’e bir ceza mı vermek istiyoruz yoksa Gülcan için çare mi araştırıyoruz? Hocabey’e karşı takınacağımız tavrın Gülcan’a ne faydası olacak? Onun için reddini istiyorum. Ve arkadaşlardan rica ediyorum, somut öneri getirelim; kısa keselim…’
‘Yöntem üstüne!..’ diye kolunu fırlattı Remzi.
‘Yöntem üstüne öncelikle söz veriyorum…’
‘Kısa keselim diye üstünkörü bir karara varmaktan sakınalım. İkincisi, arkadaşlarımızın görüşlerini eleştirirken biraz nazik olalım.’”[2]

Böylece ilerleyip gider. Sonunda öğrenciler cipi alarak Gülcan’ı hastaneye götürür. Gittikleri üç hastane de kabul etmez. (Bunların anlatıldığı bölümün başlığı “Özel Mözel Hastaneler!”) Dördüncüye yetiştiklerinde hemşireler geç kaldıkları için onları ayıplar ve kaçınılmaz genellemelere giderler: “Öyle ağırtabanlı insanlarsınız ki! Köy hastaları hiç vaktinde gelmez şu hastaneye!” Bu yalnız hemşirenin değil toplumundan kopmuş kentlinin de sesidir. Köylü yargılanır ama yaşamdaki geç kalmışlığının sebepleri sorulmaz. Hesabı da sorulmaz. Çaresi de bulunmaz.
Biz roman boyunca Gülcan’ın hastalığının ne olduğunu bilmiyoruz. Nedenini de. Bana öyle geliyor ki Fakir Baykurt burayı belirsiz bıraktı çünkü anlattığı sadece bir hastalık değildi. Yitirilen yalnız Gülcan değil. İnsanımızı öldüren bu toplumsal anlayışsızlığın nedenini bilemiyoruz ve pisipisine yitiriyoruz birbirimizi tek tek.
“Acıya bunca dayanıklı olması iyi mi bir halkın? (…) Halkım biliyor mu sonsuz sabırlı olmanın kötülüğünü? Öbür dünyada cennet var diye başını hep eğmesi; başını kaldırmaktan korkması, hep korkması…”[3]
[1] https://www.literatur.com.tr/yayla
[2] Baykurt, Fakir (1977) Yayla, İstanbul: Remzi Kitabevi, 1979
[3] a.g.e.