1 Nisan 1981 tarihli Milliyet Sanat Dergisi, 15 Mart 1981’de vefat eden Yaşar Nabi Nayır için kıymetli bir çalışma hazırlamış ve dönemin ünlü edebiyatçıları, arkadaşları Yaşar Nabi’yi anlatmış.
Derlemede Oktay Akbal, Sabahattin Kudret Aksal, Tahsin Yücel, Adnan Binyazar, Necati Cumalı, Sunullah Arısoy, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Vedat Günyol, Cevdet Kudret ve Haldun Taner, Nayır’la ilgili hatırlarını ve düşüncelerini kaleme almış.
Bizler de Yaşar Nabi Nayır’ın Türk edebiyatına yaptığı sayısız ve sınırsız katkıları anarak, sizleri bu satırlarla buluşturuyoruz.
İyi okumalar dileğiyle.
Oktay Akbal
O tek başına koskoca bakanlıkların başaramadığı işi gerçekleştiren adamdır. Bunda kuşku yok. Tanıyan tanımayan bunu söylüyor. Elli yıla yaklaşan bir süredir yayımlanan ‘ Varlık’ dergisi ve iki bine ulaşmış kitaplar… Bütün bunları başaran da bir tek, evet bir tek kişi; Yaşar Nabi Nayır.
Birçok yabancı yazarın bu olay karşısında şaşırıp kaldığım gördüm. Kaç kişi çalışıyor yanınızda? diye sorduklarında Nayır’m verdiği yanıt onları büsbütün şaşırtırdı. ‘Hiç kimse’ … Nasıl olur, nasıl olur da bir tek kişi bunca kitabın, derginin yayınlanmasında itici güç olabilir? ‘ Varlık’m, Türk yazınına kaç kuşak boyu yarar sağladığını, Cumhuriyet yazarlarının, ozanlarının yetişmesinde etken olduğunu bilmeyen var mıdır? Atatürk devriminin, düşüncesinin, ilkelerinin gençlik arasında yaygınlaşmasında, sevilmesinde, öğrenilmesinde de Nayır’ın hem yazar, hem yayıncı, hem dergici olarak büyük hizmeti yadsınabilir mi? O, bütün bunları devletin yardımıyla değil, belirli parasal çevrelerin desteğiyle değil, ‘tek başına’ başarmıştır. İşin mucize sayılacak yanı budur.
Yaşar Nabi Nayır’la otuz beş yılı aşan bir yakınlığım, bir dostluğum var. Cumhuriyetle doğan bir kuşa ğın ağabeyi oldu yazın alanında…
Ben de ilk yazılarımı değilse de, ilk kitaplarımı Varlık’ta yayınladım. ‘Varlık’ ailesine adı az çok bilinen bir kişi olarak katılanlardanım. Nayır kendi dergisinde yetişenlere özel bir ilgi, sevgi gösterildi. Buna karşın benim gibi Varlık’a sonradan katılanları da saygıyla benimserdi. 1947’den bu yana sürekli yazdım, günceler, öyküler, denemeler, anılar… Nayır’la yurt dışı gezilere çıktım. Pen kongrelerine katıldım. Menton’da, Roma’da, Seul’de, Ohri’de, Osaka’da, Tokyo’da geçirdiğimiz o güzel günleri yaşadıkça anımsayacağım. ‘Varlık’ için Nayır için pek çok yazı yayınladım. Nayır’ın bir kültür öncüsü olarak başardığı işlevi yıllardan beri belirtiyorum. Biz insanları yaşarken değerlendirmiyoruz, ancak ölümlerinden sonra onların ne denli önemli olduğunu farkediyoruz. Hep geç kalarak, hep zaman yitirerek…
Neyse ki Ecevit hükümeti döneminde Kültür ödülü’nü Nayır’a vermekle bu büyük kültür öncüsü değerlendirilmiş oldu. Bu da bir avuntudur.
Nayır’ın ölümünü hasta yatarken öğrendim. Ne yazacağımı bilemedim. Binlerce anı üşüşüverdi birbirini iterek… Yazacak çok şey var… Anılar en başta… Nayır’ın Türk kültürüne katkısı, Atatürk düşüncesine sağladığı geniş açılım üniversitelerde incelenmeli, tezler yazılmalı bu konularda… öylesine önemlidir Nayır’ır ve ‘Varlık’ın toplumlumuzdaki, kültür yaşantımızdaki yeri… Birkaç satırla, bir iki yazıyla geçiştirilecek bir şey değil bu…
Sabahattin Kudret Aksal
Yaşar Nabi’yi 1945 yıllarında tanıdım. Bir yaz akşamı Beyoğlu Caddesi’nde birkaç arkadaş bir birahanede oturuyorduk. Cahit Sıtkı da vardı. Yaşar Nabi, o çok sevdiği arkadaşım, Cahit Sıtkı’yı görünce içeriye girmiş, geniş mermer masanın kenarındaki uzun iskemlelerden birine ilişivermişti. İlk izlenimim — sonraki deneyimim de doğrulayacaktı bunu— yeni tanıdığı insanlarla ilişki kurmakta zorluk çeken, daha da ötesi yeni ilişkileri pek de istemeyen bir yaratılışda olduğu ekseninde çerçevelendi. O sırada Ankara’da oturuyordu. Varlık’ı yeni biçimiyle çıkarmak için bir yıl kadar sonra İstanbul’a yerleşti. O güne dek dergisinde üç, beş şiirim yayınlanmıştı. Yeni biçimiyle çıkan Varlık’ın sürekli yazarları arasına katıldım. Artık sık sık görüşmeye başladık. Uzun bir süre, belki üç -dört yıl, aramızdaki ilişkinin özellikle onun açısından bir rahatlığa ulaştığını söyleyemem. Ama belli bir zamandan sonra da onda çok yakın, berrak ve sıcak bir dostu buldum. Sonuna dek de hiçbir kuşkunun gölgesi düşmeden öyle kaldık. Bir dostluğun serüvenini belirlemekteki amacım, kişisel bir anıya değinmekten çok, Yaşar Nabi’nin kişiliğine ışık tutmaktır. Yaşar Nabi dostlukları olduğu gibi, düşünce ve beğenileri de uzun sayılabilecek bir süre sınar, bir kez de inandı mı, gücünün tümüyle benimser, savunurdu. Dünyasını güç kuran, kurduktan sonra da bütün ayrıntılarıyla koruyan, gittikçe de pekiştiren bir aydın örneğiydi. Sanıyorum ki, kültür yaşamımızdaki büyük başarısının kökeni buradaydı. Büyük başarı deyimim ağzının ucuna geliverdiği için, rasgele kullanmıyorum. Düşünmeli ki, yirmi yılı kapsayan bir sürede birkaç kuşağın tanınmasına, yerleşmesine o yardım etti. Gene ona yakın bir sürede ancak bir devlet kurumunun gücüyle geliştirilebilecek klasik bir kitaplığı, tek başına bir yayınevi olarak, duyarlı bir dikkatle oluşturdu. Eksikleri söylenmek istendi, hırçın eleştirilerle karşılaştı. Ama bu denli büyük bir girişimi kim başlatsa, üstelik başarıyla sürdürse, o da tepkiyle karşılaşmaktan, eleştiriye uğramaktan kurtulamazdı. İlk klasiklerden son çağdaşa değin sayısı bine varan bir kitaplığı toplumumuza armağan etmek! O günlerde pek de dikkatimizi çeken bir olay değildi belki, şimdi uzaktan bakınca inşam şaşırtıyor. Bundan öte, biçimsel bir görünümün altında çok ince bir duyarlığı barındıran bir dosttu, doğruları adına savaşımdan kaçmayan bir kalemi, terazisi az yanılan coşkulu bir edebiyat sevdalısını yitirdik.
Sunullah Ansoy
Duygusallığımı bastırmaya çalışıyorum ama olmuyor. Yaklaşık kırk yıllık bir dostluğun ölümle noktalanmasını, kişi, kolay kolay içine sindiremiyor.
Yaşar Nabi, bir büyük ustaydı. Emeğin ustası. Gerçekten, Yaşar Nabi’nin çalışma yönteminden, sorumluluk duygusundan, dirençli, kararlı tutumundan öğreneceğimiz çok şey vardır.
Yaşar Nabi, şiiriyle, öyküsüyle, romanıyla, oyunlarıyla, denemeleri, eleştirileriyle, elbette bir sanatçıydı. Ama neyi, nereye kadar sürdürmesini bilen bir sanatçıydı. Sanatçı, yazar yanıyla Türk yazınında yadsınmaz yeri vardır.
Yaşar Nabi, çevirmendi. Şiir çevirileriyle, öykü, roman çevirileriyle batı yazınının, özellikle Fransız yazınının birçok ustasını, ustaca dilimize kazandırmıştı. “Balkanların Gorkisi” diye anılan Panait Istrati’yi ülkemizde ilk tanıtan, sevdiren de Yaşar Nabi’dir sanırım. Yaşar Nabi, çevirmen yanıyla da Türk yazınında saygın yeri olan bir kişidir.
Yaşar Nabi’nin, bunlar kadar, belki de bunlardan da önemli yanı dergiciliği, yayıncılığıydı. “Varlık” dergisini 1933’lerden 1981’lere ulaştırmayı başaran O’dur. Dile kolay, Türkiye koşullarında, bir dergiyi 48 yıl, aralıksız, aksatmadan yayımlayabilmek… Üstelik “ Varlık” , sıradan bir dergi de olmamıştır. Cahit Sıtkı’lar, Ahmet Muhip’ler, Orhan Veli’ler, Melih Cevdet’ler, Oktay Rifat’lar kuşağının da, benim kuşağımın da (Attilâ İlhan’lar, Talip Apaydın’lar, Mahmut Makal’lar, M. Başaran’lar, Turgut Uyar’lar vb.) Bizim kuşaktan sonrakiler de büyük çoğunlukla “Varlık” ın verimli tarlasında ye şermişler, boy atmışlardır. Çünkü “Varlık” tarlasının bahçıvanı, usta bir bahçıvandır. Hem tarlasını verimli kılmasını bilirdi, hem de ürünlerini sonsuz bir özenle, sevgiyle yeşertir, büyütürdü, öyle ki, Türk yazınının, Cumhuriyet dönemi Türk yazınının varlığını, Yaşar Nabi’nin “Varlık” ından ayıramazsınız. Yaşar Nabi, “Varlık” la, “ Varlık” Türk yazınıyla bütünleşmiştir. Tartışmasız bir gerçek bu.
Yaşar Nabi’ nin yayımcılığı 1946’lardan başlar. İlk kitabı Cahit Sıtkı Tarancı’nın “Otuz Beş Yaş” ıdır. Sanırım bugüne değin yerli yabancı yazarlardan yayımladığı kitapların sayısı iki bini aştı. Bu, gerçekten büyük bir kültür olayıdır. Devletin gerçekleştiremediğini Yaşar Nabi gerçekleştirmiştir. Çağdaş dünya yazınının en seçkin yazarlarını, yapıtlarını bize ilk tanıtan “Varlık Yayınları” dır. Üstelik, en ucuzundan. Türk yazınından yetişen kuşakların büyük çoğunluğunu “kitap” larıyla tanıştıran Yaşar Nabi’dir. Dergisiyle, yayınlarıyla hep Türk ozanına, öykücüsüne, romancısına, denemecisine, oyun yazarına destek olmuş, omuz vermiştir. Bir an gibi, arınmış, sessiz sedasız, kimseleri incitmemeğe özen göstererek, kimselerden destek beklemeksizin, kimselere sığınmadan, onurlu, ak alınlı, dur durak bilmez, saygın, verimli, etkin, yararlı bir çalışkanlığın, gerçekten seçkin bir simgesidir Yaşar Nabi. Emek ustası deyişim bundan.
Yaşar Nabi’nin bir başka önemli yanı da, su katılmamış Atatürkçülüğüdür. Bunun üzerinde de önemle durulmalıdır. Kendi kişisel yaşamında da, düşünsel dünyasında da, dergisinde de, en karanlık günlerde bile gerçek, sağlıklı, inançlı bir Atatürkçülüğün yılmaz savunucusu olmuştur. Yapıtları da ortadadır, “Varlık” ciltleri de. Ta dağ köylerindeki öğretmene dek uzanabilen, onlara bilginin, yazının ışınlarını ulaştırabilen, inançlı, tutarlı bir tutumun etkinliğini, bütün Anadolu’ya yaymayı başarmış, mutlu bir kişidir Yaşar Nabi. Mutlu ve saygın.
Bu büyük emek ustası, aziz ve sevgili Yaşar Nabi, şimdi yok artık, öldü. Çocukluk, öğrenim dönemini de içeren 73 yıllık bir yaşama, böylesine yoğun bir ürün, emek, hizmet verme nasıl sığdırılabilir? Düşündükçe şaşıyorum, imreniyorum.
Türk kültür ve yazın dünyasının her kesiminde, bundan böyle de bir “Yaşar Nabi Olgusu”nu, bir “Yaşar Nabi Gerçeği” ni yaşayacağımızdan kuşkumuz yok. Bir ölümlü için, bundan da büyük bir anıt olur mu? O, öte dünyada da mutluluk içinde yaşayacaktır. Ustama, yeniden sonsuz saygımı sunuyorum.
Mehmet Başaran
Sessiz, ama toplumumuzu derinden etkilemiş bir aydınımız, büyüğümüzdü Yaşar Nabi. Hemen hemen yarım yüz yıl, tüm engellere, yıpratıcı zorluklara karşın, güçlü bir eğitim kurumu gibi, kafaları iyiye, güzele, yeniye açmaya çalıştı. Ona göre, okullarda tutulan yol yanlıştı: “ Edebiyatı öğretmek değil, sevdirmek gerekir. Çocukluğunda edebiyat sevgisini edinen bir insan, bütün hayatınca okuyarak bilgilerini kendi kendine genişletir. ” (Edebiyat öğretimi — Varlık 1951).
Evet, 1933’den beri çıkardığı dergisiyle, yazını sevdirdi, kendilerini geliştirme yollarını açtı yeni yetişenlere. Yazın kuşakları gelişip boy attı VARLIK’ta… Hemen her okur-yazar evinde, bir Varlık kitaplığı vardır bugün… Şiirimiz, öykümüz, romanımız yeni ustalar kazanmış, yazınımız, ekinimiz zenginleşmiş, güçlenmiştir Yaşar Nabi’nin emeğiyle.
Postadan çıkan 40 VARLIK dergisi önüne yığıldığı gün, deliye döndüğünü anımsıyorum Aksu Köv Enstitüsü Müdürü’nün; oysa eğitimciler arasında adı geçen , sonradan Varlık Çocuk Klâsikleri Dizisinde çevirileri yayınlanan biriydi:
“Nedir bu, efendi! Okulda ders kitapları okunur, edebiyat tarihine malolmuş şahsiyetler okunur…
Kimler yok ki bu dergilerde: Orhan Veli, Oktay Rifat, Melih Cevdet…
Bir sürü züppe! Ya şu kitaplar: Kodin, Baragan’ın Dikenleri!.. Belâ mı arıyorsunuz siz? Yaşar Nabi’yi tanırız, Hasan Ali’nin Tercüme Bürosunda çalışmıştır…
İstrati solcudur… ”
Böyle idi 1947’ler… Demokrasi adına, tümüyle gerilere sürüklenmeye çalışılıyordu toplum. Atatürk düşmanlığı gemi azıya almıştı. Cumhuriyet dönemi kazanmalarına saldırılıyor, Köy Enstitüleri yozlaştırılıyordu. Kitaplıklara kilit asılmış, bakanlık klâsikleri tehlikeli sayılır olmuştu…
Bir Aksu Müdürü’nü değil, nice “maşa”yı hop oturup hop kaldıracak bir atılım yapmıştı Varlık.
“Yedi Meşale” deyip yola çıkmış bir sanat eriydi, özgür düşüncenin, Atatürk yolunun emekçisiydi Yaşar Nabi. Dergisiyle, yayınlarıyla gericiliğe, yobazlığa karşı çıkıyordu. Hasan Ali döneminde katıldığı coşkulu çeviri imecesini, ekin kirizmasını tek başına da olsa, sürdürmeye kararlıydı. Türk yazınının, dünya yazınının seçkin yapıtlarım sunacaktı okurlarına. Yeninin, ilerinin, aydınlığın savunucusu olacaktı.
Hoşuna gitmedi egemenlerin, derginin Köy Enstitülerine sokulması yasaklandı, 400 Halkevi abonesi kesildi… Okuyuculara baskılar yoğunlaştı… Ama, Yaşar Nabi özverili, çalışkan bir insandı, direndi yılmadı. Hayranlık duyduğu, tüm yapıtlarım dilimize kazandırdığı İstrati gibi bir yanı vardı onun da. İnsana, topluma kafasından, yüreğinden bir şeyler katmağa kendini adamıştı. Çeşitlendirdiği kitap yayınlarıyla eylemini güçlendirdi. (Eylem derken burada, din sömürüsünün en yoğunlaştığı bir dönemde Din Ticareti’ni yayınlayışını, Atatürkçülük konusunda yazdıklarını düşünüyorum.)
Giderek çalışmaları, kapatılan Köy Enstitülerinin, Halkevlerinin boşluğunu dolduracak boyutlara vardı, en önemlisi, o dönemde köylerde zorlu bir savaşım veren öğretmene, öğrencilere ulaştı…
Onlara da açtı sayfalarını… Derken, Bizim Köy patlaması yaşandı yazınımızda. .. Anadolumuzun, köyün dertlerini dile getiren, gerçekçi yazın güçlendi, yazınımız halklaşmaya yöneldi.
Hepimizin dergisiydi VARLIK . Yazılarımızı, kitaplarımızı basılmış görmenin sevincini o tattırdı bize. Soruşturmalarda yanı başımızdaydı, sürgünlere onunla gittik.
“Ben sadece sanatçının ve insanın bağımsızlığı, özgürlüğü konusunda direnen, sanatçının başarısını bu ana hakka bağlayan bir insanım. ” diyen Yaşar Nabi’ye, sanatımız, ekinimiz çok şey borçludur.
Yazınımızın, ekinimizin bu büyük emekçisi, her zaman saygı ile anılacaktır.
Adnan Binyazar
Yaşar Nabi, Cumhuriyet döneminin kültürel ürün verme aşamasında etkili olmuş yazarlardan biridir, belki en etkilisidir. Çünkü onun çalışmaları birkaç yönlü olmuştur. Bu nedenle Yaşar Nabi’nin edebiyat, sanat ve kültür yaşamına katkılarını birkaç yönden ele almak gerekir.
Başlangıçta çok iyi bir dergicidir. “Varlık” daha ilk sayısı ile güçlü bir kadronun desteğini görmüştür. Batı’yı nesnel bakışla değerlendiren bu kadro, Türkiye’de neler yapılabileceğini, kültürel birikimlerin nasıl yönlendirilebileceğini temelden düşünmüştür. Denebilir ki, Batı’nın yazınsal, sanatsal ve kültürel üretiminin kökenindeki gerçekler “Varlık” yoluyla aktarılmıştır. Sanatçı kesimin bu gerçeği kavramış olması, köklü değişimlerin zorunluğunu da ortaya koymuştur.
Yaşar Nabi, döneminin en iyi yayıncısıdır. Kitabı herkesin alabileceği bir duruma getirmekle birlikte, okumayı da yaygınlaştırma yolları aramıştır. Küçük çapta da olsa, her evde bir kitaplık oluşmasında bile katkıları büyüktür. Okuma denen o erdemli uğraş, kişinin yaşamına Yaşar Nabi’nin çok yönlü çalışmasının ürünü olarak girmiştir, öyle ki, ben ilkkez, Varlık Yayınları’yla, Diyarbakır’ın bir ilçesinde, çul çaput da satılan bir dükkânda karşılaştım. O günün koşullarıyla böyle bir dağıtım düzenini sağlamıştı Yaşar Nabi. O dağıtıyor, başkaları da topluyorlardı, yakıyorlardı kitapları ama, önemli olan, kitabın girmiş olmasıydı, ışığın parlamasıydı. Yaşar Nabi’nin başka bir yönü, belki en etkili yönü, bir “kuşak” oluşturacak denli, edebiyatı ciddiye almasıdır. Kendisi de üretmiştir; şiirleri, oyunları, denemeleri, öbür türlerdeki yazıları belli bir düzeyin üstündedir, ama onun en büyük katkısı, üretici olmasından çok ürettirici olmasında aranmalıdır. Şu açıkça bellidir ki, gençliklerini “Varlık” sayfalarında yaşamış nice yazar, ozan bugün de dipdiri ayaktadır. O kuşağın yarattığı kültür ortamı, sanat anlayışı ve beğeni düzeyi aşılmış değildir. “Varlık” dışında kalıp da kendini var eden birkaç sanatçı dışta tutulursa, vardığımız edebiyat, sanat ve kültür aşamasında “Varlıkçı” ların etkisi her zaman duyulacaktır.
Köy ve köylü sorunlarıyla ilgili yazılar da ilk kez “Varlık” ta görülmüştür. Bu yazıların toplumcu gerçekçi edebiyatımızın oluşumundaki katkıları yadsınamaz. Yaşar Nabi, Türkiye’nin toplumsal gerçekleriyle sanatın gelişimini yakından izlemiştir. Dergisinde bunu dengeli tutmaya da özellikle çalışmıştır. Bütün bunlara karşın, gelişmelerin gerisinde kaldığı gibi bir kam zaman zaman yaygınlaşmıştır. Sanat, edebiyat ve kültür çalışmaları bir bayrak yarışı gibidir, önemli olan, bayrağı sağlıklı biçimde, sağlıklı ellere bırakmaktır. Yaşar Nabi, kültür yaşamımızda bunu başarıyla yerine getirmiştir.
Bugün vardığımız aşamada, Türk yazarlarının yoğun biçimde yayımlanmasında, dünya edebiyatının en ünlü yapıtlarının kısa sürede yurdumuzda da basılmasında, edebiyatımızın yön bulmasında, dergiciliğimizin gelişmesinde onun emekleri her zaman saygıyla anılacaktır.
Necati Cumalı
Yaşar Nabi Nayır’ın kültürümüze hizmetinin önemini, büyüklüğünü değerlendirmek için, bu hizmetin hangi koşullar altında gerçekleştiğini ansımak gerekir.
Varlık, 1933’lerde, Cumhuriyet devrimlerinin hızı içinde yayına girer. Devrimlerin paralelindedir. Çıktığı dönem ile uyuşma içindedir. Bu dönemde ‘avant garde’ bir sanat dergisidir Varlık. Şiirdeki, edebiyattaki bütün yeni atılımların çıkış kaynağıdır. Dıranas, Tarancı, Saba, Dağlarca’mn şiirleri daha sonra Garip akımı, küçük hikâyede Sait Faik, hep ilerici anlayışlardır o dönemde. Hececilerin, Hamit, Cenap, Haşim hayranlarının saldırılarına, alaylarına uğrarlar Varlık’ta.
Varlık, Atatürk’ün ölümünden kısa bir süre sonra başlayan İkinci Dünya Savaşı yıllarında sıkıntılı günler geçirir. Bu iki olay da sarsmıştır dergiyi. Nedir ki direnir.
İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinden, çok partili döneme girişimizden sonra ise uğradığı değişikliği açığa vuran bir Türkiye vardır. Devrimler açıktan açığa saldırıya uğramaktadır. Milli Eğitim Bakanlığı’nda yüz seksen derecelik bir dönüş olur. Köy Enstitüleri, yolundan saptırılır. Klasiklerin yayını durdurulur. Tercüme Bürosu işlemez duruma getirilir vb. Yıl 1946’dır. Yaşar Nabi Nayır, bu değişiklikler sırasında. Tercüme Bürosu’ndaki görevinden istifa eder. Evini satarak sermaye koyar. Varlık’ı büyük boy bir dergi durumuna getirir. Yayınlarına başlar. Yaptığı işin önemi, 1946’da başlayan gericilik hareketleri hızını, kudurganlığını artırdıkça daha iyi anlaşılır. O artık, Varlık kurumuyla, Cumhuriyet Milli Eğitiminin görevini yüklenmiş sürdürmektedir. Durdurulan klasiklerin yayımı, Tercüme Bürosunun etkinlikleri, Milli Eğitim Bakanlığı’ndan Varlık dergisi ile yayınlarına aktarılmıştır. Köy Enstitülerinin kapatılmasından sonra köy konularına, köyün eğitimine Varlık sahip çıkmıştır. 1950’ye girerken, Mahmut Makal, Varlık’ın patlattığı bir bombadır sanki. “Bizim Köy” yılın olayı olur. Varlık’in okuyucuları çoğaldıkça, Varlık’ta yazan Cumhuriyetçi şairlerin, yazarların da okuyucuları artar. Genç Cumhuriyet edebiyatı, yenilikleriyle kültürümüze yerleşir, kök salar.
Politikada demagojinin tam anlamıyla egemen olduğu 1950’lerde, Varlık, insancıl, Cumhuriyetçi düşüncenin tek savunucusudur. Varlık yayınları her ay on kitap sunar okuyucularına.
Yaşar Nabi Nayır’m 48 yıl gününü aksatmadan yayınladığı dergisi, 2000’i aşan kitap yayınlamakla gördüğü hizmet, bir sanat kültür havariliğidir. Şu son yıllarda, ne zaman sözünü etsem, bunun içindir ki, Yaşar Nabi Nayır’ın Cumhuriyet tarihinin en büyük Eğitim-Kültür Bakanı olduğunu söylerim.
Fazıl Hüsnü Dağlarca
Yıl 1949. Sivas’ta subaydım. Bir bayram günü, üç – dört günlük boşluktan yararlanarak, hemen yakınımızdaki Tokat’a gezmeye gittim. Dere içinde, yeşillikler içinde, güzelden daha güzel bir kentçik. Hele dört tarafı asma ve ortası büyük bir, eskiden “kameriye” denen kafesten salonlu bir lokantası vardı ki, nasıl övülse az. O asmaların dört uçtan gelip, kameriyeyi tamamen kaplaması, sarı, beyaz, kırmızı, mor üzüm salkımlarının aşağıya sarkmasıyla oluşuyordu. Lokantadan çıktıktan sonra, kentçiği uçtan uca gezerken ne bir gazete, ne bir kitap gördüm. Bu çok tedirgin etmişti beni. Postane — o günlerde bir yokuş üzerindeydi— yolunda bir küçük dükkân gördüm. İçi-dışı yalnız Varlık Yayınları’yla doluydu. Kitapçıya “Başka bir işiniz var mı?” dedim. Yalnız bu yayınları satarak geçindiğini, 1-2 kitapla başladığı işini günden güne ilerlettiğini söyledi. Duyduğum sevinci düşünebilirsiniz. Kitapçıdan çıkınca, doğru postane yokuşunu tırmandım. Yaşar Nabi’ye bir telgraf çekerek durumu özetledim, kendisini yürekten kutladım.
İşte Yaşar Nabi budur. Otuz yıl önceki Türkiye’nin tek lâmbasıdır. Sonraları kendisinin, devletten çok, devletten geniş etkiyle yurdunun aydınlanmasına çalıştığını yüzüne söylediğimde kızarmıştı. Hepimiz yazar olabiliriz, ozan olabiliriz. Çok kolay bu. Güç olan kısacık yaşam içine sığdırılan bu yurttaşlık görevidir. Onun için ne yapmalı? Hiç olmazsa bu öncü adamın anısını bir yontuyla yaşatmalı.
Vedat Günyol
İnsan yaşamı, bir milimlik çizgi ile birbirinden ayrılan, bir parantez içine sıkıştırılmış iki tarihte özetini buluyor, örneğin: (1908-1981). Bu özet, 17 Mart günü, büyük bir tanıdık tanımadık dost kalabalığıyla son yolculuğuna uğurladığımız Yaşar Nabi Nayır’ın yaşamboyunun özetidir: O insafsız, o katı, genç yaşlı demeden günün birinde hepimizi kıskacına alacak olan bir yazgının kaçınılmaz, kaçımlamaz özetlerinden biri.
Yaşar Nabi, rastladığım insanların en çalışkan ve en sorumlularından biridir, sanat emeğine, kafa emeğine içten gönülden değer veren biri. Onu, Hasan Ali Yücel döneminin ateşli, sıkı, sürekli çalışma günlerinde, üç-dört yıllık kısa bir süre içinde de olsa, yakından tanıdım.
1943 yıllarında olmalı. Askerliğimi bitirince, Milli Eğitim Bakanlığı, o zamanki adıyla Neşriyat Müdürlüğü’ne “Klasikler Müşaviri’ olarak atanmıştım. Beni bir odaya götürdüler. Küçük bir odaydı bu, iki masalı. Kapının yakınındaki masada, ilk kez gördüğüm birisi oturuyordu. Tanıştırdılar: Bu, Yaşar Nabi’ydi. Lacivert giysili, ince uzun, gözlüklü, zarif bir insan.
Beni, odanın baş köşesinde, pencere yanında bir masaya oturttular. Bu masa bir süre boş kalmış olmalıydı. Sonradan düşündüm ve “Niçin Yaşar Nabi, bir süre sahipsiz kalan bu masaya geçmemiş?” dedim kendi kendime. Zamanla anlayacaktım ki, Yaşar Nabi böylesi küçük hesapların dışında, üstünde, nerede olursa olsun, çalışma, yararlı olma olabilme tutkusunda istencinde, direncinde bir yaman, bir örnek insandı.
Oda arkadaşlığımız, kısa bir süre sonra, Tercüme Bürosu’na üye olmamla birlikte, görev arkadaşlığına dönüştü, ama sessiz, konuşmasız, düşünce alış verişinden uzakta, belli görevleri üstlenmenin beraberliğinde bir arkadaşlıktı bu.
Yaşar Nabi, her gün saat dokuzda masanın başında olurdu. Geciktiğini hiç anımsamıyorum. Her gün, saat beşe kadar büronun işleriyle uğraşır, beşte paydos zili çalınır çalınmaz, masasının gözünden özel işleriyle ilgili kâğıtları çıkarır, yazıysa yazı, çeviriyse çevirilerinin üstüne kapanırdı.
Konuşmadan anlaşmanın, karşılıklı saygının serüvenini yaşıyorduk. Her ay başında, masamın üstünde özenle, saygıyla bırakılmış VARLIK dergisini bulurdum. Bir gün, öğle tatilinde “sizinle bir konuda konuşmak istiyorum” dedi. Varlık dergisini, biz Yücel’cilere devretmek istiyordu. Derginin yükünü kaldıramaz duruma gelmişti. Arkadaşlarla konuşayım diye bir iki günlük süre istedim. Durumu, Yücel’in sahibi Muhtar Enata’ya, Orhan Burian’a anlattım. Yücel dergisini güç bela sürdürürken Varlık’ı üstlenmemiz olanaksızdı.
İyi ki böylesi bir olanaksızlık çıkmıştı, yoksa 1946’larda Ankara’daki evini satıp İstanbul’a gittiğinde eli boş kala kalırdı Yaşar Nabi, ve bugün hepimizin övgüsünü, hayranlığım kazanmış olan yayınlan gerçekleştiremezdi.
Varhk dergisi ve Varhk Yayınları, kırk sekiz yıl boyunca, bir bakanlığın yüzüstü bıraktığı bir çabayı sürdürme kararı, direnci, coşkusu içinde, yazın ve düşünce yaşamımıza süreklilik sağlama, bugün dünyaya açılan açılabilen ne kadar yazar şair varsa, hemen hepsine yetişme gelişme olanağı yaratma bakımından, her zaman övünçle anacağımız bir iş görmüştür. Bu uğraşta en büyük onur payı Yaşar Nabi’nin olmakla birlikte, şunu da söyleyeyim ki, Sait Faik, Orhan Kemal, Oktay Rifat, Necatigil, Dağlarca, Külebi, Cumalı, Oktay Akbal, Yaşar Kemal vb. gibi üstün yetenekli sanatçıların katkıları da azımsanamaz.
Ahmet Taner Kışlalı döneminin tadı damağımızda kalan günlerinde, Kültür Bakanlığı Büyük ödülüne lâyık görülen, hem de hakkıyla lâyık görülen Yaşar Nabi Nayır’ın değeri gün geçtikçe daha bir artacaktır.
Varlık dergisinin, silkinip varlığını yeniden gösterme yolunda aldığı tazecik kararların gerçekleşmesini görmeden bu dünyadan ayrılan Yaşar Nabi Nayır adlı güzel insanın anısına merhaba.
Cevdet Kudret
Biz yedi arkadaştık. “Yedi Meşale” derlerdi bize. Ortaklaşa bastırdığımız kitaba o adı verdiğimiz için… Edebiyat dünyasına o kitapla adımımızı atmıştık. Bundan tam 52 yıl önce. 1928’de… Hepimiz okul çocukları idik daha… Okul sonrasında başka başka işlere girmiştik. Başka başka yerlerde ve şehirlerde çalışıyorduk. Topluluğumuz dağılmıştı. Ama yine de birbirimizi uzaktan uzağa izliyorduk. Yavaş yavaş yaşlanıyor, bir yandan da yaşamağa çalışıyorduk. Yaşamak önemliydi bizim için. Çünkü biz, iki dünya savaşı arasından sıyrılmıştık. Birinci Dünya Savaşı’nda altı yedi yaşlarında çocuklardık; İkinci Dünya Savaşı yıllarında orta yaşlı insanlar olmuştuk. Yangından kurtarılan birkaç parça eşya gibiydik. Sanat hayatına Cumhuriyet döneminde başlayan ilk kuşaktık. Bizden öncekilerde Meşrutiyet ve Mütareke bulaşığı vardı. Biz tam anlamıyla Cumhuriyet çocukları idik. Yaşamak istiyorduk; Cumhuriyet’in sanat ve düşünce dünyasını hep birlikte kurmak, kendimizin ve kendimizden sonrakilerin başarılarını görmek için yaşamak…
Fakat olmadı. îlk kurbanı, İkinci Dünya Savaşı içinde verdik: Kenan Hulûsi, askerlikte, tifüsten öldü. 36 yaşındaydı. “Bir meşale söndü” diye yazdı gazeteler. Arkadan Ziya Osman gitti. İçimizde şiiri sürdüren tek kahraman, ya da fedai o idi. Hepimiz üstüne titriyorduk. Onun başarısı bizim de başarımız sayılacaktı. O da gidince, eski cümleye bir de “daha” sözcüğü eklediler, “ Bir meşale daha söndü” dediler…
Yol açılmıştı artık; bu “daha”lar sık sık yineleniyordu. Bir ordan, bir burdan gitmeğe — gazetelerin deyişiyle, sönmeğe— başlamıştık. Dikkat ediyordum, içimizde en sağlıklı, en sağlam olanlar gidiyordu. Kala kala, Yaşar’la ben kalmıştık. İki zayıf, çelimsiz insan… Bizim kuşak, böylece, Darwin’in ünlü kuramını, güçsüzlerin yok olması yoluyla “doğal ayıklanma” kuramını boşa çıkarmıştı.
Son olarak Yaşar’la benim aramda bir yarış başlamıştı; fakat bu, genel kurala aykırı bir yarıştı; sona kalan kazanacaktı. Dün, çok geç saatte haberim oldu: 15 Martta yarışı ben kazanmışım. Eğer buna kazanmak denirse!..
Kara haberi duyduğum saatte, Bodrum’dan İstanbul’a hiçbir araç yoktu. Cenazesine bile yetişemedim…
Artık yarış bitti. Dünyada tek başına bir adam kaldı. Yalnız ve yorgun bir adam… “Yedi Meşale” döneminde bir gün, Abdülhak Hâmit’in kabul günlerinden birine gitmiştik. Maçka Palas’ta oturuyordu. Çevresinde, kendinden sonraki kuşaklardan birtakım yazar ve ozanlar vardı. Kendi kuşağından hiç kimse yoktu. Hepsi ölmüştü. Birden düşünmüştüm; Hâmit’ten sonra insan soyunun üremesi birdenbire dursaydı, bu yaşlı adam, yeryüzünde tek başına kalacaktı. Sağa bak, sola bak, hiç kimse yok!.. Bugün, kendimi işte öyle görüyorum…
1927-28 yıllarının genç kuşağı, Servet-i Fünun dergisinde toplanmıştı. Tâ Tevfik Fikret zamanından beri elinin sıkılığıyla tanınan Ahmet İhsan (Tokgöz), yazı parası ödemeyeceği için, dergi sayfalarım gençlere açmıştı. Dergiyi Halit Fahri (Ozansoy) yönetiyordu. Servet-i Fünun’a gidip gelen gençlerden yedi tanesi arasında daha bir yakınlık doğmuştu. Bunlar, Servet-i Fünun dışında da buluşmağa başlamışlar, günün birinde, seçme şiir ve öykülerini bir araya toplayarak, Yedi Meşale adlı ortak bir kitap çıkarmışlardı. Bunun öyküsünü, Yedi Meşale’nin 50’nci yıldönümü dolayısıyla yazdığım bir yazıda anlattığım için (Varlık, 1978, sayı 847) burada yinelemeyeceğim. Genellikle, Yaşar Nabi’nin Şehzadebaşı’ndaki evinde toplanırdık. Bir iki kere de Sabri Esat’ın Kadıköy’deki evinde toplandığımızı hatırlıyorum. Yaşar’ın evi, Şehzade Camii ile Damat İbrahim Paşa Medresesi’nin arasındaki Dedeefendi Sokağı’nda idi. Giriş katında küçücük bir çalışma odası vardı. İşte orada. Hepimiz bir araya geldiğimiz vakit, zor sığışırdık odaya…
Bizler, daha önceki ve daha sonraki kuşaklar gibi, kahvehane ve meyhanelerde değil, evlerde toplanıyorduk. Hani, XVIII. yüzyılın düşünce ve sanat adamları soylu kişilerin salonlarında toplanırlarmış ya; onun gibi bir şey… Ne var ki, Türkiye soylularının sanatla, düşünceyle göbek bağı kopuk olduğu için, bizim düşünce ve sanat adamlarımız ya halk tipi evlerin küçücük odalarına tıkılmış, ya da kahvehane ve meyhaneye kapağı atagelmiştir.
Bu ev toplantıları, daha sonraki yıllarda, Yaşar Nabi’nin Ankara’daki evinde de sürdü (1938-1946). Ne var ki, bunlar artık aile toplantıları idi. Bir hafta Yaşar’ın, bir hafta Sabahattin Ali’nin, bir hafta bizim evde toplanıyorduk.
Galatasaray Lisesi’nin ticaret bölümünde okumuştu. Girişim cesareti vardı. İkinci Dünya Savaşı’nın kıtlık yıllarında enini boyunu küçülterek kör topal, fakat hiç aksatmadan yürüttüğü Varlık dergisini, savaş sonunda yeni bir biçimle çıkarmayı tasarladı. Bahçelievler’deki evini satıp onun parasıyla İstanbul’da Varlık Yayınevi’ni kurdu (1946). Derginin yanı sıra kitap yayınına da başlamıştı. İlk bastırdığı kitabın bir şiir kitabı (Cahit Sıtkı Tarancı), ‘Otuz Beş Yaş’ olması ayrıca dikkate değer…
Burada önemli bir noktaya işaret etmek istiyorum:
Bugünün ünlü ya da unutulmuş ozan ve yazarlarının çoğu Varlık sayfalarından geçmiş; ya ilk olarak orada tanınmış, ya da ünlerinin doruğuna orada ulaşmışlardır. Ünlülerden birkaç ad vermek istiyorum:
Ozanlar Ahmet Muhip Dıranas, Cahit Sıtkı Tarancı, Fazıl Hüsnü Dağlarca, “Garip ” kuşağı (Orhan Veli, Oktay Rifat, Melih Cevdet Anday) ve daha sonraki kuşak: Behçet Necatigil, Cahit Külebi, Sabahattin Kudret Aksal, Necati Cumalı, Ceyhun Atuf Kansu, Gülten Akın … vb. öykücü ve Romancılar Sabahattin Ali, Sait Faik, Samet Ağaoğlu, Oktay Akbal, Orhan Hançerlioğlu, Orhan Kemal, Yaşar Kemal, Mahmut Makal, Haldun Taner, Tahsin Yücel, Muzaffer Hacıhasanoğlu, Tarık Dursun K… vb.
Dergi dışında, bunların çoğunun kitaplarını basıp dağıtarak, çağdaş Türk edebiyatımızın yayılıp tanınmasını; diyebilirim ki, onun kurulmasını sağlamıştır. Varlık dışında ancak birkaç ozan (Asaf Halet Çelebi, Cemal Süreya, Edip Cansever, vb.) ile birkaç öykü ve roman yazarı (Nezihe Meriç, Bilge Karasu, Aziz Nesin, Kemal Tahir, vb.) başka yayın organlarıyla ünlerini sağlamışlardır.
Karısının ölümünden sonra, yavaş yavaş belleği zayıflamaya başlamıştı. Dergi yönetim yerine gelenleri birbirleriyle tanıştırmakta zorluk çekiyor, özellikle adları unuttuğundan yakmıyordu. Bir gün, bana:
“ —Ama seni unutmuyorum. Sen Cevdet Kudret’sin” dedi. Meğer ben Cevdet Kudret’mişim. Oysa, ben, o güne kadar, Fuzuli’nin bir dizesini mırıldanıp dururdum kendi kendime:
Men kimem? bir bîkes ti bîçâre vü bî-hânüman. (Ben kimim? bir kimsesiz, biçare, evsiz barksız biriyim.)
Tasavvuf şiiri dışındaki dinsel manzumelerde (Mevlid’in kimi parçaları bir yana) şiir rüzgârı pek esmez. O yüzden sevmem onları. Ama, Kâzım Paşa’nın şiir yüklü bir beytine bayılırım:
Düştü Hüseyn atından sahrâ-yı Kerbelâ’ya/Cibrîl koş haber ver Sultân-ı Enbiyâ’ya.
İlk dizenin başlangıcım, “Düştü Yaşar atından…” biçimine sokmak geliyor içimden. Onu rahmetle anmak isteyenler için ne güzel bir ağıt…
Ne yazık ki, ben ağıt yakmasmı bilmem. Başkaları olsa, kim bilir neler söylerlerdi. Bense, işte böyle, kupkuru bir iki lâf edebildim.
Yazımın başında, “Cumhuriyet’in sanat ve düşünce dünyasını kurmak, kendimizin ve kendimizden sonrakilerin başarılarını görmek için yaşamak istiyorduk” demiştim ya. Onun en yakın arkadaşları ben ve ötekiler belki hiçbir şey bırakamadık yarına; ama o, tek başına, kendi elleriyle kurduğu yeni Türk edebiyatım bıraktı; çeşitli dillere çevrilmeğe başlanan, övünülesi bir edebiyat … Bunu görmek bana yeter!..
Haldun Taner
Yaşar Nabi Nayır tam kırk sekiz yıldır çıkardığı Varlık dergisi ile, Varlık kitaptarı ile Türk edebiyatına, Türk kültürüne büyük hizmetler yaptı. Büyük kentlerden uzak iller ve ilçelerin aydın ve yarı aydınları ayda bir postadan çıkan Varlık dergisini aldıkları anda sanki bir kültür ve sanat dalga uzunluğuyla ilişki kurar olmuşlardı. Yurtta bir Varlık kültürü oluşmuştu. Köy öğretmenleri, kasaba edebiyatçıları, dünya fikir ve sanat gelişmelerini hep bu dergiden izlediler.
Yaşar Nabi bu kültür havariliğini sessiz, sedasız, gürültüsüz şamatasız , bir nefer alçakgönüllülüğü ve bir karınca çalşkanlığı ile üstlenmişti. Onun en belirgin bir niteliği de inat derecesindeki sebatkârlığı idi. Sağlıksız olmasına karşın dergiyi de, yayınları da tek başına çıkarış enerjisini bunda buluyordu.
Yaşar Nabi böylece bir yüzeyin sözcüsü haline getirdiği dergisinde ve yayınlarında nice isimsiz yeteneği yürüklendirdi. Işığa çıkardı. Varlık, Türk edebiyatının ünlü isimlerinin yüzde sekseninin ana kucağı oldu.
Bu yayınlar, kültür tarihimizde Haşan Ali Yücel’in devlet eliyle çıkardığı klasikler dizisinden sonra en önemli yeri tutar.
Varlık’ın dolayısıyla Yaşar Nabi’nin bir başka yararlı mesajı da Atatürkçülüğün her dönemde hiç sapmasız bir savunucusu oluşu idi.
Ölümünün acısını bir derece hafifleten faktör, kültür yaşamımıza yaptığı katkının canlı ve sürekli kalacağı inancıdır.
Tahsin Yücel
Orhan Veli Varlık’ta şiir yayımlamaya başladığı zaman, Yaşar Nabi şiir yazmayı bırakmıştır. Sait Faik’in Varlık’ta öykü yayımlamaya başlamasıyla Yaşar Nabi’nin öykü yazmayı bırakması aşağı yukarı aynı yıllara rastlar. Yeni yazınımızın genç öncüleri Varlık çevresinde toplandıktan sonra, Yaşar Nabi nerdeyse yalnızca deneme alanında sürdürür yazıncılığmı, dergisinin başyazılarını yazmakla yetinir. Bu yazılarda da yazın dışı konular üzerinde durur genellikle. Örneğin bir Ataç gibi kendini yazına adamış görünmez. Bununla birlikte, yeni yazınımızın oluşmasında, gelişip tanınmasında payı bulunan birkaç kişi saymak gerekirse, ilk sıralardan birini, belki de birincisini Yaşar Nabi’ye vermek gerekir. Yeni yazınımıza birçok çevrelerin ya alaylı, ya kuşkulu gözlerle baktıkları, çok uzun bir dönem boyunca, bu yazmın öncülerini ve izleyicilerini sayısız güçlüklere karşın, hiç aksatmadan çıkardığı bir dergi çevresinde toplaması, tek tutamağı olan evini satarak kurduğu yayıneviyle onlara yapıtlarını kitaba dönüştürme olanağı sağlaması, küçümsenmesi olanaksız bir katkıdır kuşkusuz. Gene de bir kişiyi önemli bir yazın devriminin öncüleri arasında saymak için yeterli bir neden değildir. Üstelik, her şeyden önce bir düzen adamıdır Yaşar Nabi, giyinişinden davranışlarına, dergisinden kitaplarına, hattâ, son birkaç yılı saymazsak, nerdeyse hiç değişmeyen bedensel görünüşüne değin, her şeyiyle bir süreklilik, bir değişmezlik simgesi gibi durur karşımızda. Son yıllarda birçoklarınca hiçbir atılım yapmamakla, yazın ve düşün yaşamımızda görülen gelişmelerin gerisinde kalmakla suçlanmasına da bu değişmezlik neden olur. Ne var ki, Yaşar Nabi’yi Yaşar Nabi yapan da onun bu değişmezliği, bu sürekliliği olmuştur denilebilir. Yazınsal düzlemde olsun, toplumsal ve siyasal düzlemde olsun, düşüncesini ve eylemini belirgin birkaç ilke çevresinde odaklandırmış, böylece, yapıtları belli bir düzeye ulaşan her sanatçı Varlık’ta kolaylıkla yerini bulabilmiş, genç sanatçılar da, okur kitlesi de Yaşar Nabi’nin ilkelerini kolayca paylaşabilmişlerdir. Varlık’ta rahat bir soluk almışlardır. Yaşar Nabi her zaman bir erdem, bir devini biçimi, bir yaratım kaynağı olmuş tur.