I. Dünya Savaşı’nın şairi Wilfred Owen, şu satırları o günden şerh düşer:
“Erkekler, doldurulacak boşluklardır:
Daha uzun süre savaşabilecek olan
Kayıplar: ancak kimsenin umurunda değildir.”
Üzerinden neredeyse yüz sene geçmiştir bu satırların. Erkek savaş, 20. yüzyıl boyunca da tüm yakıcılığıyla devam ederken, kadın şiir ve kadın sanat bu erilliğe “dur” demekten kendisini alıkoymamıştır. 20. yüzyılın ortalarında, Sylvia Plath isimli genç bir kadın, şiirleriyle erilliğe bir anlamda başkaldırmıştır. Onun zarafeti şiirlerine de yansımış, kaba erkekliğe adeta bir cevap olmuştur. “Lady Lazarus” isimli şiirde Sylvia şu satırları duyurur:
“Bir tür ayaklı mucize, tenim
Bir Nazi lamba siperliği kadar parlak,
Sağ ayağımTüy kadar hafif
Yüzüm ifadesiz, incecik
Yahudi kumaşından.”
Savaş, bir erkek sorunudur. Bu, bilhassa 20. ve 21. yüzyılda böyledir. I. ve II. Dünya Savaşları, toplu kıyımlar, coğrafyalar arası ve coğrafya içi çatışmalar ve bireysel suikastler. Aslına bakılırsa problem, erkeklikle ilgili yanlış bir algıdan kaynaklanır. Erkeğin “askerlik” gibi doğuştan bir yeteneğinin varsayılması, erkeği bir savaş makinesine indirger. Abdullah Öcalan’ın da belirttiği gibi, günümüzde kadın sorunu olarak verili olan şeyin aslı, bir erkek sorunudur. En basit örnek olarak erkek, cinselliği bile bir savaş alanı olarak görmekten çekinmez. Orada bile kadına karşı bir üstünlük vurgusu yapma çabasındadır. Cinsellikte dahi böylesine bir tavra bürünen erkeğin, ülkelerarası, toplumlararası ve coğrafya içi dahi, böyle bir üstünlük çabasında bulunması beklenilirdir. Erkekliğin ısrarla pompalandığı günümüzde, yalnızca kadının değil; sanatın, şiirin, edebiyatın ve hatta felsefenin de alaşağı edilmesi, önceden beri düşünülen bir şeydir. Zira, erkek savaşın karşısında durabilecek yegâne şey, kadın şiir, kadın sanat, kadın edebiyat ya da kadın felsefedir. Sait Faik’in ve Zülfü Livaneli’nin de bahsettiği “dünyayı güzellik kurtaracak” önerisi, aslında tam da bu kadınsal örgüye vurgu yapar. Erkek savaşın kirlettiği dünya, kadın tarafından temizlenmelidir. Tıpkı Szymborska’nın bahsettiği gibi:
Her savaşın ardından birileri ortalığı temizlemeli.
Az buçuk bir düzen kendiliğinden kurulmaz.
İnceliğin ve zarafetin, savaşa karşı dimdik durduğu 20. yüzyıla dair bir başka örnek Anne Sexton’dır. Yine erkek savaşın eleştirileri Anne Sexton’ın Auschwitz’den Sonra şiirinde görülebilir:
“Öfke,
kara bir orak gibi,
kuşatır beni.
Her gün,
bir Nazi
götürürdü, sabah saat 8’de, bir bebeği
ve kahvaltı için hafif ateşte
pişirdi tavasında.
Ve ölüm bakar ilgisiz bir gözle
ve kazır tırnak diplerindeki kiri.”
Tüm bu karanlık ve kötülük içinde, kadın şiir tüm aydınlığı, tüm inancı ve tüm umuduyla, bugünümüzü de aydınlatır. 20. Yüzyılın en önemli şairlerinden Füruğ Ferruhzad’ın “İnanalım Soğuk Mevsimin Başlangıcına“ şiiri, savaşa karşı umudun resmedilişidir belki de:
“belki de gerçek o iki genç eldi, o iki genç el
durmadan yağan karın altında gömülmüş olan
ve bir dahaki yıl, bahar
pencerenin arkasındaki gökyüzüyle seviştiğinde
ve teninde fışkırdıklarında
uçarı yeşil saplı fıskiyeler,
çiçek açacak olan o iki genç el
sevgili, ey biricik sevgili
inanalım soğuk mevsimin başlangıcına.””
Ve 20. yüzyılın kırılgan kadını Nilgün Marmara. Yollarına kuş koymak deyiminin mucidi. Güzelliğin yeni söylemi, şöyle söylerdi:
“Niye izin vermiyorsun yoluna kuş konmasına
niye izin vermiyorum yoluma kuş konmasına
niye kimseler izin vermez yollarıma kuş konmasına?
“Öyle güzelsin ki kuş koysunlar yoluna” bir çocuk demiş.”
Savaşa karşı sanatı tesis etmek, erkeğe karşı kadını tesis etmek anlamına indirgenemez. Zira kadın tesis edilecek bir şey değildir. Sadece sanatın sembolüdür. Erkek ise, verili bir şey olarak, düpedüz savaşın temsilcisidir. Askerlik kurumu, erkeğin kendisini “bir şey” için adaması anlamına gelirken, kadın da erkeğe adanılacak bir şey olarak kalır. Yani daha önce de bahsedildiği gibi, kadın sorunu olarak belirtilen şeyin, bir erkek sorunu olduğu açıktır. Bir savaşçı olarak erkek, bir savaşçıya biat etmek zorunda bırakılan kadın. Ama bu, başkaldırının da başlangıç noktasıdır: Bir barıştan bahsedilecekse, bunun tesisi Sylvia Plath’lerden, Sexton’lardan, Pankhurst’lardan, Ella Baker’lardan, Füruğ’lardan, Nilgün’lerden, Pesotta’lardan, Woolf’lerden, Solanas’lardan geçer.