Çoğu yazarın ölmüş olduğuna inanabilirim belki ama Sait Faik Abasıyanık’ın ölmüş olduğuna inanmam. Yakın dostu Orhan Kemal gibi düşünürüm : “O ölmedi ki… İnanmazsanız, kitaplarından herhangi birini rastgele açın. Eminim onun çarpan kalbinin sesini duyacaksınız.”1
(Orhan Kemal ve Sait Faik Abasıyanık, Burgaz Adası’nda.)
Sait Faik Abasıyanık için yazmak kaçınılmazdı. “Son Kuşlar” kitabındaki “Haritada Bir Nokta” hikâyesinde halini bizlere anlattı:
“Söz vermiştim kendi kendime: Yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da, bir hırstan başka ne idi? Burada namuslu insanlar arasında sakin, ölümü bekleyecektim; hırs, hiddet neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kalem kağıt aldım. Oturdum. Adanın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkardım. Kalemi yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım.”
Yazdı Sait Faik, kuşları, ağaçları, balıkları, balıkçıları, lüzumsuz adamları, kadınları, erkekleri, çocukları, saymakla bitiremeyeceğimiz birçok şeyi…
“Okurunu yetiştiren, eğiten, okuruyla birlikte oluşan bir yazardı. Gerçek talihinin de bu olduğu söylenemez miydi?” 2 der Sabahattin Kudret Aksal.
“1948’de yayımlanan Lüzumsuz Adam, Sait Faik’in beşinci kitabıdır. İkinci Dünya Savaşı bitmiş, çok partili rejime geçişin -biraz alengirli- ilk seçimi yaşanmış, soğuk savaşın ilk rüzgârlarının ardından NATO’nun ilk adımı sayılan Brüksel Anlaşması imzalanmış, Türkiye Cumhuriyeti bu oluşumda yer alma hesapları yapmaya başlamıştır. Özetle, kapitalist dünyayla bütünleşmenin nihai adımlarının atılmasına çok az kalmıştır – atılmıştır da, adı konmamıştır daha. Edebiyatın, edebiyatçının yeri nedir bu dünyada? Sanırım bu soru pek sorulan bir soru değildir o zaman. Yazarın neler yapmaması gerektiğini öğrenmektedir daha çok. “Bir sosyal sınıfın başka bir sosyal sınıf üzerindeki tahakkümü”yle suçlanmayacak metinler kaleme almalıdırlar. Lüzumsuz Adam’da yer alan hikâyelerin bir bölümünde, tamamen kişisel bir sorunmuş gibi ortaya koyduğu bu soruyu -“ben ne yapayım?” sorusunu- sorar Sait Faik.”3
14 öykü ve Sabahattin Kudret Aksal’ın Sait Faik’in ardından yazdığı bir yazıdan oluşan kitabın her hikâyesini, kahramanlarını ve Sait Faik Abasıyanık’ın edebiyatımıza kattıklarını gelin, inceleyelim.
Birinci öykü: Lüzumsuz Adam. Serserilikten değil kendinden vazgeçen, kendi peşini bırakan, bir acayip olan, gözü kimseyi görmek istemeyen, kimsenin kapısını çalmasını istemeyen, dünyanın en sevimli insanları olan posta müvezzilerini (dağıtıcılarının)bile istemeyen, her insandan korkan, bunu “Her insandan korkuyorum. Kimdir bu sokakları dolduran adamlar? Bu koca şehir, ne kadar birbirine yabancı insanlarla dolu. Sevişmeyecek olduktan sonra neden insanlar böyle birbiri içine giren şehirler yapmışlar? Aklım ermiyor. Birbirini küçük görmeye, boğazlaşmaya, kandırmaya mı? Nasıl birbirinden bu kadar ayrı, birbirini bu kadar tanımayan insanlar bir şehirde yaşıyor?” diyerek dile getiren bir adamın hikâyesi.
İkinci öykü: Ben Ne Yapayım? Sait Faik’in en sevdiğim hikâyelerinden biri, aslında sadece yazı yazmak hayatını buna adamak isteyen bir adamın hikâyesidir. Sanıyorum ki Sait Faik ve hayatı boyunca bir kez olsun yazıya bulaşmış, yazmak için kendi düşündüğünü hayal eden, isteklerini gerçekleştirmek isteyen fakat bir yandan da geçimini sağlama derdine düşmüş her insanın kendisini gördüğü hikâyedir, Ben Ne Yapayım?
İş sahiplerine çatar: “O civarda insanlar korkunç şeylerdi. Garip gözleri vardı. Sabah sabah damlıyorlar; nasıl kazık atacağız birisine, diye fırıl fırıl, yalnız hamallarla çuvalların gezindiği sokaklarda dolaşıyorlardı. Bütün mesele bir yere mal yığmaktı. Bütün mesele ötekini kafese koymaktı. Zamanlar normaldi ama bu normal zamanda da onlar, anormal zamanlar için pişiyorlar, sanki bugünü bekliyorlardı.”
Behçet Çelik, bu hikâye için en acı saptaması şöyle yazmıştır: “Ben haftada iki lira ile gazetelere yazı yazmağa devam ettikçe, onlar bunu yapacaktır.” Kurduğu düşün, ne yapacağı sorusuna önceden verdiği yanıtın imkânsızlığının itirafıdır bu aynı zamanda. “Yazı yazmak, böylece şu harbi atlatıp iyi bir kütüphane açmağı düşünüyor, yalnız kendilerine, zevklerine güvendiğim insanlar vasıtasıyla kitaplar çıkartmak, tabilik etmek istiyordum. Hiçbir kötü kitap basmamak şartıyla hayatımı kazanmayı tasarlamıştım. Olmayacak.” Yazının, edebiyatın müspet iş sahiplerinin dünyasındaki “lüzumsuz”luğunun, belki de imkânsızlığının farkındadır.4
Üçüncü öykü: Birahanedeki Adam. Sait Faik, hikâyeciliğinin tatlı diyebileceğim öykülerindendir. Çünkü “ Sokakta, bir dükkânda, kalabalık bir yerde oturup herhangi bir adamın yüzüne bakarak hayatının hiç olmazsa bir kısmını hikâye etmek mümkündür, hülyasına kapıldım. Netice şu satırlar oldu” diyerek başlar. Aslında Sait Faik, hikâyeciliğinden, şunları anlarız: Birisini gözlemleyip hikâyenizin kahramanını oluşturabilirsiniz, iyi gözlemleyin, hayal ve tahmin etmeyi unutmayın!
Dördüncü öykü: Mürüvvet. Küçük Hüseyin’in hikâyesi. Sait Faik’in dili ne kadar iyi kullandığını görüyoruz.
Beşinci öykü: İp Meselesi. Lüzumsuz Adam’ın kahramanına benzer bir kahraman, işi yok. “…Ama insanoğlu, ona ne iş var ne güç. Onun böcek bile olamayışına keyifle bakıyorlar. Sen okuyup yazamazsın da. İşte arada bir bir şeyler yaparsın, yaparsın ama bunlar iş değil, bunlar müspet iş değil?…” der. Dünyadaki her şey, “çalgılı kahveler, adi ‘vuslatın başka âlem’ denildiği çirkin, korkunç şarkılar, içkiler, manzaralar, oyunlar, tiyatrolar, kahveler, muhallebiciler sabahtan akşama kadar müspet iş görenlerindir” diye düşünür. Müspet iş görenler ona göre: “gazete satanlar, kibrit satanlar, yakalara balena satanlar, aşk satanlar, fabrikatörler, bakkallar, tiyatrocular, yazıcılar, kitapçılar, sucular, tütüncüler, profesörler, ayakkabı boyacıları, talebeler…”
Hikâyenin kahramanı dünyaya hayretle bakmaya, hiçbir şey anlamadan şaşırmaya doğmuştur. Şehir hayatını kabullenememiştir. Neresi olursa olsun şehri bırakıp gitmelidir ona göre.
Altıncı öykü: Menekşeli Vadi. Yeşilçam filmlerimizin senaryosunu aratmayacak bir öykü. İri kemikli, Arnavut şivesiyle konuşan, Bayram’ın hikâyesi anlatılıyor. Bir kez daha anlıyorum ki Sait Faik okurken kelimeler şaha kalkıyor. Tasvir ettiği her şeyin kokusu burnuma geliyor.
(Bir balıkçı ve Sait Faik Abasıyanık.)
Yedinci öykü: Bizim Köy Bir Balıkçı Köyüdür. Sait Faik’in balıkçı hikâyelerinden birisidir. Barba Niko, Koço, Ahmet, Muharrem, İbram, 65 yaşındaki ihtiyar reis ile tanışıyorsunuz. Denize uzak yetişmiş bir insan olarak ne balık tuttum ne de böyle balıkçılar tanıyabildim. Sait Faik sayesinde tüm balıkları, balıkçıları, balıkçılıkla ilgili terimlere artık aşinayım. Sait Faik’in anlatış gücüyle bir anda kendinizi uykusuzluğa müptelaların nihayet uyuduğu, hovardaların kadın omuzlarına düştüğü, zavallı kadınların bile erkek dizlerine şarap gibi döküldüğü saat 04.30’da, ötelerde aynı lakırdıların, gülüşmelerin olduğu bir balıkçı teknesini duyup, dikiş makinesinde beyaz iplikli bir dikiş iğnesinin siyah bir kumaşa sıra sıra bıraktığı beyaz çizgiler halinde kürekler suyu delip delip arkamızda dikiş yerleri bırakarak geçtiğimiz denizin ortasında, eski fanilalar giymiş kasketli insanların, bazılarının ayağında çizme, ağzında Rumca bir lakırdı olan balıkçıların içinde bulabilirsiniz. Tüm macerayı atlattıktan sonra tüm ümidinizi çoğu zaman yaptığınız gibi yarın sabaha bırakabilirsiniz.
“Sait Faik’le son röportaj” / Gülen Erdal – 6 Haziran 1954- Yenilik’te Gülen Erdal: “Niçin hep denizden ve balıkçılardan bahsedersiniz?” demiş Sait Faik’e.
Sait Faik: “Adada oturuyorum. Denizi pek çok severim, balıkçıları da öylesine. Balıkçı kahvesine gider otururum. Oraya çeşitli balıkçılar gelir, ben onlarla ahbaplık eder, kayıklarıyla denize çıkar, onları avlamağa çalışırım” demiştir.
Sabahattin Kudret Aksal’ın bu cümleleri de Sait Faik’in anlattığı, yazdığı her şeyi destekler niteliğindedir: “Öykülerinde gördüğümüz içli dışlı olduğu bir ortamın insanlarıdır. Yeryüzünde bir yazar, bir öykücü gözüyle bakmaz, bildiği gibi yaşar, sonra da yaşam deneyinin yükü ağırlığını duyurunca kendini kalem kâğıdın önünde bir öykücü olarak bulurdu, sanıyorum.”
Sekizinci öykü: Kaçamak, Papağan, Karabiber. Hep esmer insanların yaşadığı, iki mavi gözlü insanın bulunduğu mahalleyi anlatan bir hikâyedir. Kaçamak Fatma ve Papağan Rıza’nın da hikâyesi denilebilir. Bazen bir hikâye anlatıcısı olur Sait Faik hikâyelerinde bazen de bir balıkçı. Bu hikâyede, hikaye anlatıcısı olduğunu görüyoruz.
Dokuzuncu öykü: Bacakları Olsaydı. İsminden de anlaşılacağı gibi bacağı olmayan birinin hikâyesidir, yokuşun tam ortasına oturur, bacağını çıkarıp arkasına koyar. “Ah onun bir bacakları olsaydı! Ne mi yapacaktı? Koşacaktı. Alabildiğine koşacaktı.”
Onuncu öykü: Ayten. Denizin üstünde gazino, arkadan bakılınca ince bacakları, kalçasız, zayıf, hafifçe öne eğik vücudu, sonra kullanıla kullanıla ip gibi olmuş, siyah kurdeleyle bağlı saçlarıyla çirkindir aslında Ayten ama en güzel yeri elleridir.
On birinci öykü: Papaz Efendi. İsminden de anlaşılacağı gibi bir papazın hikâyesidir ama o sadece bir din adamı değil, dolu dolu yaşama tutkusuyla dolu biridir. Kendine göre ne papazdır, ne filozoftur. İnsandır. Topraksız, evsiz, barksız hem de dinsiz. Diğer hikâyelerde vurgulanan mal yığma derdinde olmayan, “Güzel kızlara, iyi şaraplara, otlara, ağaçlara, çiçeklere, kuşlara… Güzel olan her şeye” bayılan kısacası keyifle yiyip, keyifle içen birisi.
On ikinci öykü: Bir Külhanbey Hikayesi. Eskiden han olan, şimdi oda oda kiraya verilen bir mekânın hikâyesidir. Sait Faik’e göre, han değil mahpushanedir adeta bu mekân.
On üçüncü öykü: Kameriyalı Mezar. Sait Faik’in şaşırtan hikâyelerinden biridir. Hüseyin Avni Bey ve Ayşe Hanım’ın hikâyesi. Hikâye sayesinde martı yumurtalarının da yendiğini öğreniyorsunuz. Sait Faik ve insanları diye boşuna demiyorlarmış…
On dördüncü öykü: Hayvanca Gülen Adam. Sait Faik’in hikâyelerinde sık sık kullandığı, silik insan karakterlerinden biridir, oldukça kendine halindedir. “Pazar günleri de onun adeta mesut olduğunu, içinin gülümsediğini gördüm” der hatta Sait Faik onun için.
Kitabın sonunda Sabahattin Kudret Aksal, yazdığı Sait Faik’in Ardından yazısında Sait Faik ile tanışmasını, nasıl bir yazar olduğunu ve Sait Faik’in insanlığını bizlere anlatmıştır5:
“Kısa sürede tanıştık, arkadaş olduk. Konuşması çok tatlıydı. Kendini zorlamaz, bir edebiyat adamı görünümüne gitmek istemezdi. Bütün sevdası herhangi bir insan izlemini vermekti. Hele yeni tanıştığı kimselerde, kayıtsız, edebiyata pek aldırmaz insan görüntüsünü, kuşkusuz ki isteyerek, uyandırdığı çok olmuştur.”
“Kaç kez, sanatçı değişik bir yaratık gibi görünmemeli, insanlar içinde bir insan olduğunu unutmamalıdır, dediğini duymuşumdur. Yazılarındaki o anlatılmaz sıcaklık, ilk tümceyle insanı hemen sarıveren büyü, bir bakıma duyguyla düşüncenin gerçeğini yakalamak için kendi kendisiyle yaptığı bir savaşının sonucudur. İyice tanımadığı, gerçek yüzünü bilmediği, ne bir duygu ne de bir düşünceyi anlatmıştır. Öykülerinde gördüğümüz içli dışlı olduğu bir ortamın insanlarıdır. Yeryüzünde bir yazar, bir öykücü gözüyle bakmaz, bildiği gibi yaşar, sonra da yaşam deneyinin yükü ağırlığını duyurunca kendini kalem kâğıdın önünde bir öykücü olarak bulurdu, sanıyorum.”
Sait Faik, halktandı. Hayatı, insanları, yaşamayı seviyordu. Onun çarpan kalbinin sesinin hikâyeleri ile tanışmanız dileğiyle. Keyifli okumalar!
Kaynakça:
1.http://saitfaikmuzesi.org/sait-faik-abasiyanik-hakkinda-dusunceler/
2.Sait Faik Abasıyanık, Lüzumsuz Adam (2015), Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, S.106
3.ve 4. http://bianet.org/bianet/kultur/106786-sait-faik-in-luzumsuz-adam-i-ne-yapsin
5.Sait Faik Abasıyanık, Lüzumsuz Adam (2015), Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, S.107, 108
- Sait Faik Abasıyanık – Lüzumsuz Adam
- Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları – Öykü
- 108 Sayfa