
Ataç, Gazi Eğitim Enstitüsü’nde öğrencileriyle birlikte
“Türk Dilinin yorulmaz savaşımcısı” olarak nitelenen Nurullah Ataç’ın, 1951-1952 yıllarında Pazar Postası’nda yazdığı yazılardan Kış isimli denemesini paylaşıyoruz sizler için. Sizlerle birlikte Yahya Kemal, Baudelaire ve Hâfız gibi isimlerin de Ataç’ın konukları arasında olduğunu ayrıca belirtelim.
İyi okumalar sevgili okuyucu.
KIŞ*
Ne yüzle yazıyorum size bu mektubu, benim okurum, ne yüzle çıkıyorum karşınıza? Ne zamandır unutmadım mı sizi? Mektupsuz komadım mı?.. ‘‘Elim değmedi’’ ezgisiyle, tutturup bin dereden su getireceğim sanmayın, sevmem öyle sözleri, yalandır. Dinliyen de bilir onların yalan olduğunu, gene hoş görürler. Toplumca yaşayışta kaçınılmazmış bunlardan… Ben kaçınacağım, bu yazılarda olsun kaçınacağım. Bu yazılar içimin gözgüsü olsun, beni olduğum gibi, kendi gördüğüm gibi göstersin istemiyor muyum? Darmadağın sözlerime bir de yalan karıştırırsam bir değeri mi kalır bunların? ‘‘Elim değmedi’’ demiyeceğim, benim okurum, kişinin gönlü diler de eli değmez olur mu? Bir mektup karalamağa vakit mi bulunmaz? Elim değmediği için değil, gönlüm değmediği için ne zamandır bıraktım bu mektupları.
Gönlüm değmedi. Sizi unuttum, düşünmez oldum da onun için mi? Güçtür bunu kestirmek. Unutmasına unutmadım. Bir gün sizi de, size mektup yazmam gerektiğini de düşünmediğim olmadı. Gene de nasıl söyliyeyim? O unutmama içinde bir unutma, o düşünme içinde bir düşünmeme vardı. Baudelaire’nin Güz Türküsü şiirinin ikinci kısmını hatırlarsınız:
J’aime de vos longs yeux la lumière verdâtre,
Douce beautè, mais tout aujourd’hui m’est amer,
Et rien, ni votre amour, n ile boudoir, ni l’atre,
Ne me vaut le soleil rayonnant sur la mer…
Türkçeye çevirmeliyim bunları, değil mi? Öyle, ama elimden gelmez ki! Şairliğim yok benim, yitiverir bütün güzelliği. Fransızca anlamıyorsanız, şunu bilin, yeter: ‘‘Şair gönlünü çekmemiş sevgiliden, ama artık onun aşkını aramıyor, onun odasını aramıyor, ocak başında onunla konuşmağı aramıyor, denize parıltılar saçan güneşi arıyor, kendisinde şifasız bir hastalık duyuyor da onun için. Bu hali uzun da sürmiyecek, mezar bekliyor kendisini. ‘‘Ah’’ diyor, ‘‘bırakın da, başım dizleriniz üzerinde, o beyaz, kavurucu yazın özlemini çekerek bu güz gününün sarı, yumuşak ışığını tadayım…’’
Ben de şimdi öyle günler geçiriyorum, benim okurum. Bir hastalık, ne olduğu anlaşılmaz bir hastalık, daha doğrusu bir çökme duyuyorum içimde. Denizler üstünde parıldıyan güneşi bile aramıyorum. Bir boşluktur sardı içimi, her şeyin boş olduğunu anlatmaktan gelmiş bir boşluk. Boş, her şey boş, tutunduğumuz bütün duygular boş, yalanlar boş olduğu gibi doğru da boş. Bilirsiniz Yahya Kemal Bey’in rübaisini:
Âhir ne bu cûşiş, ne bu eyyâm kalır,
Hâtırda ne cânan, ne serencâm kalır.
Son faslımızın şâm-i garibanında
Gül devrini hâtırlatacak câm kalır.
Ondan da ötesi var, benim okurum, içkinin de boş olduğu, onunla da, gönlümüzü ısıtamadığımız günler var. İşte o günlerdeyim ben, içki dahi avutamıyor, o da bana gül devrini hatırlatmıyor. Zaten istemiyorum hatırlamağı, hâtıralardan kaçıyorum. Onlar da bana boş geliyor. Uyuyorum, uyanıyorum, konuşacağım kimselerle konuşuyorum, omuzlarıma çöken yaşamağa kendimi bırakıp da öyle yaşıyorum. Yaşamanın bir tadı, yahut bir acılığı olduğunu, olabileceğini de düşünmüyorum. Ne yapıyorum? Neler konuşuyorum her gün? Bilmiyorum, önemlemiyorum dediklerimi, daha doğrusu hiçbirinin önemi olmadığını, hepsinin de boş olduğunu biliyorum. Bir şey eksik içimde, bir sıcaklık eksik, yaşama duygusunun verdiği sıcaklık, ben artık yaşadığımı duymuyorum.
Ölümü istiyorum sanmayın. Ölümü istemek, ölümü bir kurtuluş diye beklemek de içlerinde yaşama sıcaklığını duyanlara, kısacası duyup düşünenlere vergidir. Ben düşünmüyorum, duymuyorum. Bu halden silkinmek, kurtulmak istedim. En sevdiğim şairlerin, Fuzuli’nin, Karaca Oğlan’ın kitaplarını açtım, uzun uzun okudum, güzelliklerini gene seçtim, ama onlarda bana boş göründü, bütün güzellikler boş göründü. İçimde, sevgiden geçtim, bir öfke duyabilsem, o da yetecek. Hayır öfke de yok. Gün oluyor, en kızdığım, en sinirlendiğim kimseleri göz önüne getiriyorum, nefretimi, kinimi kızıştırmağa çalışıyorum, bir türlü olmuyor: ‘‘Boş bütün bunlar!..’’ demekten başka bir şey bulamıyorum. Korkmak istiyorum, büyük büyük tehlikeler kuruyorum, onlar da beni titretmiyor: ‘‘Boş! Hepsi boş! Onlar da geçer!’’ diyorum.
Baudelaire: ‘‘Büğün her şey benim için’’ diyor, ben öyle de diyemiyorum, acılığı duymak da tatlılığı bilmekten gelir, benim için acı da yok, tatlı da yok. Hâfız:
Keştî-nişestegânîm, ey bâd-i şurta, berhîz!
Bâşed ki bâz-bînem dîdâr-i âşinârâ
Der. (Gemide oturmuşuz, ey sen rüzgâr, keren et, ola ki aşinâ yüz gözümüze görünsün.) ben rüzgârdan kerem beklemiyorum. Evet, bir gemide oturmuşuz, gemi yürümüş, yürümemiş bana ne? Göreceğim aşinâ yüzü yok benim. Yaşasam da, ölsem de o, biri umurumda değil, biri beni ilgilendirmiyor. Kuru bir yaprak gibi rüzgârın elindeyim, beni oradan oraya sürüklese de, bir yere tıkıverse de, paramparça etse de bana ne? Öyle duygusuzlaşmış bir halim var. Gün oluyor, kendi kendimi tanımıyorum, bilmiyorum…
Ne zamandır size işte bunun için mektup yazamadım, benim okurum, gönlüm değmedi, hiçbir şeye gönlüm değmediği gibi buna da gönlüm değmedi. Büğün niçin yazdım size bu mektubu? O halden, o duygusuzluk, düşüncesizlik halinden belki silkinirim, belki kurtulurum diye yazdım. Zorla Baudelaire’in, Yahya Kemal’in, Hâfız’ın mısralarını hatırladım, coşmağa içimi ısıtmağa uğraştım. Başarabildim mi? Doğrusunu isterseniz onu da bilmiyorum. O mısralar da bu mektup da bana boş göründü.
Baudelaire Güz türküsü, diyor şiirine, siz de bu mektubu bir ‘‘Kış iniltisi’’ diye okuyun. İnilti var mı içinde? Var belki ama başkalarını yardıma çağıran bir hastanın iniltisi değil, bayılmış, kendinden geçmiş, acılarını duymıyan bir kimsenin bilmiyerekten çıkardığı iniltiler… Gün olur, bu hali belki siz de öğrenirsiniz, benim okurum.
21 Ekim 1951
*Nurullah Ataç, Okuruma Mektuplar: Prospero ile Caliban , s.124-127 (Yapı Kredi Yayınları, İstanbul-1999)