Daha çıkar çıkmaz kitaplığıma dahil olmasına ve hemen okumaya başlamama rağmen o günlerdeki Şule Gürbüz tartışmalarından dolayı Öyle miymiş’i rafa kaldırmıştım. Bazı yazarlar ve onların eserleri üzerinden dönen ateşli tartışmalar sırasında nedense hevesim kırılmıştır her daim. Dingin bir zamanda okumak üzere diyerek vedalaştığım kitabı iki hafta evvel yeniden elime aldım. Sizlere bir kitap tanıtımı ya da bir incelemeden ziyade Öyle miymiş’in bana hissettirdiklerini anlatmak istiyorum. Lafı uzatacağımı da peşinen söyleyeyim.
Cennet Varken Cinnet Olabilir mi?
Kelimelerini getirdiği uzak bir ülkesi var Gürbüz’ün. Bu uzaklık buğdayın ağır ağır havanda dövülmesi kurutulması ve sonunda hamur kıvamına gelmesi gibi öyle zahmetli. Ateşin üstünde hamurun ekmeğe dönüşmesi, kokusunu duyumsadığınızda ise tüm zahmete değdi işte demek gibi. Öyle miymiş böyle bir hazırlık sürecinin ardından okuruna sunulmuş olmalı. Sanırım bu yüzden üzerine çokça konuşulmuş ve daha çokça da konuşulacak bir anlatı.
Anlatının ilk bölümü: Cennet Varken Cinnet Olabilir mi? İsmini taşıyor. Sanırım en zevk alarak okuduğum bölüm de buydu. Yazma eserlerin dibâce diye adlandırılan tezhiple süslü giriş kısımlarına benzettim ben bu bölümü. Tek farkla ki Gürbüz’ün dibâcesini müzeyyen kılan şey hemen her sayfa sonunda verilen çiçek ve kuş isimleriydi. Kokusunu, şeklini ve rengini bilemeyeceğiniz belki hayatınızda hiçbir vakit duymadığınız isimlerle bezeli sayfaları büyük bir heyecan ile okudum. Âdem’e öğretilen kelimeleri, Âdem ile öğrenip unutuverdiğimiz, farkına bile varmadan yanından geçip gittiğimiz, belki ayaklarımızın altında ezilen kelimeleri, gökte gezinen, şarkılar mırıldanan kelimeleri, yaşadığımız evrenin içinde gezinen kelimelerin bir hülasasını okudum burada.
İkinci bölüme geçtiğinizde ilk bölümün yarattığı zihin bulanıklığı, sis dalgaları ve heyecan duralıyor birden. Siz gözünüzü ovuşturup ayılırken daha yavaş bir ritimle devam ediyor anlatı. Bu ve sonraki bölümlerden de ayrık duruyor ilk kırk sayfa. Ancak yine de eserin tümünü okuyup bitirdiğinizde zihninizde oluşan çatlaklar da doluveriyor. İkinci (Hayır Demeden İtiraz), üçüncü (Öyle miymiş?) ve dördüncü kısımda (Sanki Daha Dünkü Cennet Kuşuyum) Şule Gürbüz’ün çocukluğuna, gençlik yıllarına ve artık zamanın farkında olduğu hayat kesitine ortak oluyoruz. Yazarların eserlerinde kaçınılmaz bir şeydir otobiyografik ögeler aslında. Çünkü herkes kendisiyle tanır insanı ve evreni. Kendisini anlatır ilkin. Gürbüz de kendini evvela anlamak ve bu kendini keşif serüvenini tüm samimiyetiyle anlatıyor okuruna. Derdini söze hapsedebilenin henüz dertle tanışmadığını söylemek için kendi derdinin derinlerine iniyor. Nefesinizin ciğerinize ulaşamadığı bu derinlikte göğsünüz acımaya ve dertsizliğinizi dert edinmeye başlıyorsunuz. Biraz daha şanslı olanlarımızsa dilinin ucuna kadar gelip söyleyemediklerinin varlığına şükürle sarılıyor. Dert yine insanın kalbinin kökünde diyen yazar kalbini yokluyor okurunun.
Gürbüz’ün okuma serüvenine nasıl ve hangi eserler ile başladığını öğreniyoruz ikinci bölümden itibaren. Bahsettiği ilk kitap: Gizli Yediler Tor Kalesinde. Okuma sürecine büyük gizleri çözmeye çalışan yedi arkadaşın hikayesiyle başlıyor daha ilkokul yıllarında. Evdeki kütüphanede bulunan kitapları alıp sobanın arkasına geçiyor ve ilk defa Gorki ile başlıyor anlayamamakta derinleşmeye. Anlayamadığının farkında ama buna rağmen ısrarla okumaya devam ederek Dostoyevski, Turgenyev, Gogol, Flaubert, Kazancakis gibi isimleri okuyup bitiriyor liseye başlamadan evvel. Liseye başladığında dergilerle ve şiirle tanışıyor. Bazı şiirleri okurken bir kopma hissettiğini ve kendini ağır bir kederin içinde bulduğunu anlatıyor Gürbüz. Artık batı klasikleri yanında Faulkner, Canetti, Pavese, Rilke, Trakl gibi isimleri de okumaya başlıyor. Böylece okur, hem yazarın okuduklarına dair düşünce ve hislerine ortak oluyor hem de kendi okuma serüvenin benzerliklerini anımsıyor.
Itr-efşân satırlar
Her metnin içinde gezinen kokular vardır hani saklı ya da aşikâr. Öyle miymiş içinde gezinen mevsimlerin, yemişlerin ve çiçeklerin kokusunu soluyorsunuz seve seve. Patlıcan kızarmış sokağın kokusu, bahar sabahına yayılan bir çiçeğin kokusu, kalem ve sınıf kokusu, ezilmiş incir ve ısınmış ot kokusu, elma ve mandalina kokusu, kül ve odun kokusu, çamur ve is kokusu, kış kokusu ve daha nicesiyle dolup boşalıyor ciğeriniz. Çocukluğumuza dair hatıralarımızda hep benzer kokuları anımsamaz mıyız? Bisikletten düştüğüm ve dizimden süzülen ılık kan kokusunu, bakkaldan bir kangal sucuğun çeyreğini kestirirken etrafa yayılan çemen kokusunu, jelatinine yapışmış sütlü bayram şekerinin kokusunu, yeni dökülen asfaltın ve karda kaymaktan aşınmış naylon poşetin kokusu. Tüm bu kokular Gürbüz’ün yazdığı ve yazmadıkları zamanda ve mekanda bir seyahat gibi. Hem sevinçle hem de kederle ve işte biricik avuntumuzla: Tebdil-i mekânda ferahlık var diye…
Bu âşina olduğumuz kokular yanında duyguların kokusunu da yazar. İstediği olmamış bir kızın geri çekilen arzu kokusu, kahkaha kokusu ya da çocuk olmanın kokusunu mesela. Sahi çocuk olmak nasıl kokar!
Eşyanın Hakikati
Sadece insanın değil eşyanın tabiatına dair de derin bir yaklaşımı var Gürbüz’ün. Çünkü evde sabit duran, dokusunu ve soğukluğunu bildiği eşyaların bile anlattıkları vardır yazara. Diğer eserlerinde de durum farklı değildir okuyanlar hatırlayacaktır. Gürbüz, sabit duranda saklı olanı ve pek çoğumuzun üzerine düşünmeye değer bulmadığı yerde pek çok değer bulup bunu okuyucusuna kabul ettirmeyi başarır. Nesneye bakmak ve onlara dair bir şeyler anlatmak kendi ifadesiyle gördüğünün zekatıdır bir anlamda.
Bazen nesnelerin yerine konuşur, bir karpuzun yerine koyabilir kendini pekala. Kimin aklına gelir bir karpuz gibi düşünmek? Bir karpuzla konuşmayı düşünmek ya da.
Sıracaotları, kaya gülleri, keşişbaşları
Bu üç çiçek ismiyle sonlanıyor metin. Anlatı boyunca istihzayı elden bırakmayarak lirik bir ritimle uzun uzun anlatıyor Şule Gürbüz. Bazen anlaşılmayacak kadar kapalı bazense çok tanıdık cümlelerle sizi bir başka âleme götürüyor. İnsana ve yaşantısına dair her gün duyageldiğimiz yahut bizzat içinde bulunduğumuz diyalogları ekliyor satırlarına. Mizahı iyice esmerleşiyor bu kısımlarda.
Bir röportajında derdi herkese pay etmekten bahsediyordu Gürbüz. Siz de kendi payınıza düşeni bilmek isterseniz okuyun. Mutlaka.
Mezkûr Kitap: Öyle miymiş?
Mezkûr Yazar: Şule Gürbüz
Sâir Ayrıntı: iletişim Yayınları, İstanbul 2016
İstifade edilen röportajlar:
http://birdirbir.org/dergiler/birbir-018/
http://www.sabitfikir.com/sahanebirkitap/bir-sey-mi-soyledim-kelime-mi-gurledi
http://www.sabitfikir.com/soylesi/edebiyatdisi-olume-hayranlik-duyuyorum