Paul Strathern, bir kitabında “Çağımız asıl eleştiri çağıdır, ki, her şey eleştiriye tabii tutmalıdır kendisini.” der. Fakat çağımız eleştirinin oldukça uzağında durmayı tercih ediyor. Halbuki Azra Erhat’ın da dediği gibi “Eleştiri, yerin dibine batırmak değildir, olamaz.” İşte bu sebeple insanların bir kitap için hissettiği bütün duyguları ve ürettiği bütün düşünceleri özgürce söyleyebileceği bir seri oluşturmak istedik.
“Ne Okuyoruz?” Kitap Kulübü, olumlu eleştiriyi severek paylaşan fakat olumsuz eleştiriyi görmezden gelen yazarların aksine tam da gerektiği şekilde eleştirmeyi amaç edinen bir oluşum olma hayaliyle yoluna başlıyor.
Beşinci bölümünde 2021 yılında çıkan ve Gwendoline Riley’nin yayınlanmış yedinci romanı Hayaletlerim’i (İş Bankası Kültür Yayınları, 2023) konuk ediyor.
Umarız ebeveynler ve çocukları arasında yaşanılan bu sessiz savaşın bizi kızdırması gibi sizi de ufaktan cimdikleyerek rahatsız eder, iyi okumalar dileriz!
*
Cansu: Öncelikle bu kitabı konuştuğumuz için çok mutluyum. Konuşmaya doyamadığım, her yönüyle kalbimi fethetmeyi başarmış bir kitap Hayaletlerim.
Her şeyden evvel şunu söyleyerek başlayayım: Ben Hayaletlerim’de olan biten her şeyi zehirli bir sarmaşığa benzetiyorum. Bu sarmaşık, anneye ve esas karakterimiz olan kızı Bridget’a dolanan ve kurtulması epey zor bir sarmaşık.
Anne kız ilişkisi sinemanın, edebiyatın ve pek çok alanın radarında olan bir çıkmaz. Esas, bu çıkmazın işleniş biçimi bana kalırsa ve yazarımız Gwendoline Riley bunu müthiş işlemiş.
Anne kız ilişkisinin yanında bir de minik de olsa baba ile olan ilişki var ki -açıkçası baba demeye dahi dilim yetmiyor ya neyse- ayrıca konuşulmaya değer. Zaten konuşuruz mutlaka.
Romanın benim nezdimde bu kadar kıymetli bir hale gelmesinin en başlıca nedeni; yazarın yazdıklarına mesafeyle yaklaşması, varlığını hissettirmemesi. Ayrıca mesafe demişken kurgu da anne kız arasındaki “mesafe” üzerinden ilerleyen bir kurgu zaten. Yani bu kitap özelinde en çok üzerinde durduğum ve beni özellikle mest eden kelime: mesafe. Bilmem siz ne düşünürsünüz?
Aziz: Bu kitabın benim için özeti “mutsuzluk içinde mutsuzluk.” Elini nereye çarpsan bir yerden fışkırıyor gibi…
Baba kısmına şöyle bir şey eklemek isterim. Riley’nin bir söyleşisinde sarf ettiği şu sözler: “Bir arkadaşım yazdığım her kitapta babamı öldürdüğüme dikkat çekti.” Sadece ebeveynler değil burada çocukta kendi kendini tüketiyor gibi.
Cansu: Ebeveyn-çocuk ilişkisi olunca meselemiz zaten mutluluk beklenemezdi gibi geliyor bana.
Evet öyle zaten Bridget cephesi darmadağın. Hatta yer yer ebeveyne acımak mümkün. Bir çocuk ebeveynini ne kadar yargılayabilirse o kadar yargılıyor Bridget. Zaten haklının olmadığı, okur olarak kimin tarafından olaylara bakarsan o tarafa güvensizlik beslediğin bir kitap bu.
Öyküm: Hayaletlerim için öncelikle şunu söylemeliyim ki Cansu senin paylaşımlarınla az çok kitaba aşina olmuştum. Ama itiraf ediyorum böylesi bir baba ile karşılaşacağımı düşünmemiştim. Yani şu cümlede can versem kimse “Neden öldün?” demezdi: “Onu bir birey olarak gördüğümden bile emin değilim aslında. Daha ziyade bir tür doğal olaydan ibaretti.” Ben bu kafaya çok zor eriştim mesela, birini olduğu gibi kabul etmekten bahsediyorum. Bridget’ın bunu böyle kabul edip ailesine bu açıdan bakmasına hayran oldum. Ama kitabı bir kelime ile anlat deseniz ben “kırık” derdim. Nereden bakılırsa bakılsın elde kalıyor. Toparlanmıyor.
Ben annede de sorun buluyorum. Yani gittiği yerlerden attığı kartpostala “İğrenç, Annen” yazıp göndermek de üst düzey bir ruh hastalığı belirtisidir bana göre. Ama baba bildiğiniz zorba! Eşofman indirmeler, tuvaletten çıkan kadınların bacaklarında klozet izi çıkmış mı diye bakmalar… Gerçekten insan değil bir doğal olay. Bir anda gerçekleşiyor, çevresini altüst edip gidiyor.
Aziz: Ailesinin tuhaflıkları üzerine oldukça acımasız gözlem ve yorumları, karakterleri ortaya koymak açısından kusursuz olabilir ama sevgiden uzak, empatiden yoksun düşünceleri ile bu Bridget aslında romandaki asıl çözülmesi gereken karakter bence. Çok fazla nedeni var herkesten uzak kalmaya çalışmasının.
Annenin tüm ilişkileri problemli sadece annelik müessesesine özel değil gibi bu.
Cansu: Bu müthiş bir ayrıntı kitaba dair. Daha önce babası hakkında çokça biçimde tanımlamalar yapan gördüm. Ama “enerjik bir külfet” olarak tanımlamak… Bu çok şey anlatıyor.
Zaten Bridget ve kardeşinin babalarıyla görüştükleri günler fiyasko. Dediğim gibi baba demeye dilim varmıyor. Bridget’ın dediği gibi yasal olarak vasi diyelim. Çünkü sıfır sorumluluk ve bolca saçmalıktan ibaret. Hani bazen bazı kimseler için “Ne yaşadı da bu hale geldi?” sorusunu sorup empati kurmaya çalışırız ya… Yok mümkün değil. Empati kurmanın imkânsız olduğu bir karakter.
Açıkçası Bridget da bana hiç güven vermedi. Hatta güvenilmez anlatıcı olarak tanımladım onu. Bilmiyorum nedenini tam olarak ama bir sıkıntı var. Oysa çok sevebileceğim biri gibi görünüyor uzaktan baktığımda. Kedi sahiplenmiş, et tüketmiyor, hatta vegan olduğunu biliyoruz, akademisyen, birlikte yaşadığı erkek arkadaşına bağlı, sakin bir hayatı var. Bütünüyle duyarlı ve geniş çerçeveden gıpta edilecek bir hayatı olan karakter. Ama gel gör ki bunlar yetmiyor ona güvenmeme…
Öyküm: Aziz koca bir kepçeyi çalıştırdı ve bütün karakterleri toprakla ters düz etti ahah!
Bence baba tam bir narsist. Hani derler ya kelimeyi o kişiye bakıp bulmuşlar diye gerçekten öyle. Kendisinden başkasını düşünmeyen, herkesi etrafında pervane zanneden ama aslında zavallının biri.
Bridget bende de sonsuz bir güven sağlamadı bu arada. Hatta onun da ilerleyen zamanlarda kendi hayatının bir bölümüne annesini dahil etmemek için çabalaması örneğinden yola çıkarak ipin ucunu bırakırsa ailesine benzeyecek potansiyeli olduğuna kanaat getirdim.
Aziz: Ahahaha! Yahu kitapta benim tek empati kurabileceğim Bridget’in kedisi. Kapıyı açsalar koşup gitse diye bekledim hep…
Öyküm: Kedi deyince de aklıma Bridget’ın ilişkisi geliyor. Ona ne diyorsunuz? Gerçekten seviyor, önemsiyor ve değer veriyor mu peki? Genelde böyle sorunlu ailede büyümüş çocuklar ilişki nezdinde karşılarındaki örnekten kaynaklı benzer ilişkiler yürütürler. Menfaat ve çıkar ön plandadır mesela, sevmeyi bilmezler, aldatırlar vesaire. Sizce öyle mi? Yoksa elinden geleni yapıyor mu?
Aziz: Bridget’ın güvenli alanı… Bence elinden geleni yapıyor, annesini uzak tutma çabası ve tüm problemlerin uzağında tutma çabası bile bunu gösteriyor.
Öyküm: Annenin çat kapı evine gelişi… Saygıdan yoksun bir kadın… Sayın Bezmenler, açar mısınız lütfen? İnsanlardan çaldıklarınızla bize biraz arsızlık ikram edersiniz diye düşündük…
Cansu: Bence elinden gelen o kadar az ki… Yani bir kere tanımlamaları herhangi birine göre farklı. En azından bende öyle yankılandı ve bana kalırsa yapabileceği her şeyi yapıyor. Yine de şöyle düşünüyorum güvenli alan tanımı üzerinden bakarsak eğer, bir insan en yakınında olan insana, değer verdiği insana geçmişini, ailesini ayrıntılarıyla anlatmamalı mı? Eğer karşındaki bilirse sana dair tüm ayrıntıları bu seni daha doğal konuma taşımaz mı? Yoksa bu bir önyargı mı oluşturur karşındaki insanda sana karşı? Ben kendimi çabuk açabilen biri olarak böyle yaklaştığımı ekleyeyim.
Aziz: Durmadan didiklemesi, eve girmeye çabası… Kadın eve girince sanki müzeye girmiş gibi bakıyor her yere. Bir sahne var, tuvalet bahanesiyle giriyordu. O sahnede kanım çekildi bir anda. Her yeri kolaçan etmesi falan…
Öyküm: Ben buna Türk mantığıyla yaklaşayım mı? Bize göre hayatına dışarıdan giren birine her şeyini hemen anlatmazsın. Anladığım kadarıyla Bridget da çok içinden gelerek iletişim kurmuyor annesiyle. Zorunluluk hali bu. E şimdi adama anlatsa bu onu olduğu gibi kabul etmenin ötesinde gardını da belli durumlarda indirmesi anlamına gelir. Belki Bridget ailesi yüzünden tavır değişikliğine maruz kalmak istemiyor ve sadece karakteriyle ilişkide yer almak istiyor olabilir.
Empati yeteneğim yüzünden bana uzman psikolog ünvanı verirler mi acaba ahahah! :)
Cansu: Aziz, diğer yandan onun da annelik becerileri bu kadar diyemez miyiz? Bazılarına kodlanmıyor ve bence zaten esas sorun bu. Hep derim, yineleyim: annelik, babalık ehliyet gerektiriyor. Bu başlı başına bir meziyet. Ve anne ne yaptığının farkında bile değil. Onun doğrusu bu. Kızını, evini, erkek arkadaşını, yaşamını tanımak ve görmek dileğinde. Annelikten uzak olduğunu düşünmüyor ki…
Aziz: Hahahahaha ben senden yanayım ya, şöyle fark etmişsinizdir ki Riley her şeyi kapalı tutuyor bu ilişkiler dışında. Uzun bir zaman dilimine yayılan romanda zamanın ve mekânın, daha doğrusu dış dünyanın siyasi, ekonomik ve toplumsal olaylarının nerdeyse hiç önemi yok. Hatta bu türden olay ve meselelere atıfta bile bulunmamış…
Öyküm: Bu ehliyet meselesine başından beri desteğim zaten. Üremek soy devamlılığının zorunlu bir adımı olabilir ama doğurmak ve büyütmek bir yetenek. Yeteneği olmayan doğurmasın.
Adam çalışırken odaya bile almıyor ne aileyi anlatması ya… Bir adama mesai saatleri arasında rahatsızlık veremeyeceksek ne anladım ilişkiden?
Sevgi göstermeyi rahatsızlık vermek olarak tanımladım gördüğünüz gibi. Rileyciğim bu taş sanaydı. Estağfurullah ne zaman istersen atarım. :)
Cansu: Bu arada annenin benim için katlanılmaz olduğu esas bölüme değinmemin zamanının geldiğine inanıyorum. Hazırsak eğer… :)
Aziz: Dirilt öfkemi Cansu.
Cansu: Ferrante diyorum… Ferrante ile nasıl bağ kuramazsın be kadın. Bu arada bu benim Bridget ile ilk yakınlaşmama tekabül ediyor; Ferrante hummasına tutulmuş biri olarak nasıl bağ kurmam Bridget ile? :)
Öyküm: Ferrante kadar iyi bir duygu akışı yoktu ama. Ben çok fazla yer betimlemesi görmedim gibi. Sadece olay aktı gözümün önünden. Yazar da biraz taraflı yaklaşmış bana göre…
Mesela annenin kafasına da girmek isterdim. Neler var acaba içeride?
Aziz: Yeni sevgili…
Öyküm: Ahahahah! Üç de yetmez beş tane beş de yetmez yedi tane ver ver ver ver!
Aziz: Yemekte hep beraber oturup bekledikleri herif, gelmeyecek diye ödü koptu :)
Öyküm: Bu anları Bridget ifadesizliği ile oturup okudum…
Cansu: Kararsızlıkla baş etmek zor olacaktır… Anne gördüğüm en kararsız insanlardan. İnsanı deli edecek türden…
Aziz: Şöyle bir anlatımı var o anda: “Işığa doğru uzayan bir bitki gibi, cama biri ne kadar yaklaşabilirse o kadar yaklaşmış, başını duruş pozisyonunun izin verdiği kadar yukarı kaldırmış olan annem oturma odamızın penceresi önünde dikilmiş Dave’i bekliyordu.” Bu sahnenin anlatılış biçimi yeteri kadar tatmin etti beni.
Öyküm: Gwendoline Riley benzetmeleri için saygıyla eğiliyorum diyebilirim. Ben çok etkilendim. Babayı doğal olay olarak tanımlaması ilk yorumumdu, hatırlatmak isterim… Sanırım çizdiğim çoğu cümle de buna benzer cümlelerdi.
Asıl şunu sormak istiyorum. Kapağı nasıl buldunuz? Araba, navigasyon ekranı, gidilecek bir yeri belli eden nokta, ters duran bir abajur, bitki yaprakları, abajur aynı zamanda bitkinin saksısı gibi, düzensiz pembe çizgiler -gitgelleri anlatır gibi- pencere, karanlık bir oda, perdeler…
Cansu: Bu müthiş bir yetenek. Şöyle söyleyeyim: Bu kitabı okuduğumdan beri “enerjik bir külfet” ve “ferrante humması” hayatımı gasp eden tanımlar. Sürekli kullanıyorum ve yaratıcısı benmişim gibi sanki. Ortamlarda her söylediğimde havalı görünüyorum. Bu nedenle teşekkürler ve iyi ki varsın Riley. :)
Kitabın kapağına hiç bakmadım desem…
Öyküm: Ahahahah Cansu… Vurdum yine seni. Haydi hep birlikte iyi ki bu kulübü kurduk diyelim. Böyle anları fark etmek, fark ettirmek başka hiçbir olayda yaşamadığım bir tatmin, heyecan, mutluluk yaratıyor. ❤️
Aziz: Okuduktan sonra daha çok anlam buluyor kapak, ilk başta o da karmaşa ve kapalılıktan başka hiçbir şey vadetmiyor.
Bu konuda ben de bir şey söylemek isterim, iyi ki kurmuşsunuz be! Gerçekten bazen okurken sizin aklınızdan ne geçerdi acaba diye düşünerek okumaya devam ediyorum. :)
Öyküm: Evet… Sonra kitap bitiyor “O neydi öyle?” diye sorarken kapalı kapak göze çarpıyor. Gelip giden ailelerin çizdiği pembe çizgiler, o yolları giden bir araba, ışığa doğru uzayan bir bitki, ama ışık yapay bir ışık -abajurdan yayılıyor- pencere kenarında geçen bir ömrün belli zaman dilimleri, hiç aydınlık değil içerisi…
Gel sor hemen yapalım açık oturum ahah! :)
Aziz: Kitabın kayıtsızlığından sanırım, ben de okuyup ne yapacağımı bilmeden kapattım kapağı.
Cansu: İyi ki… Evet sahiden de öyle, her konuşmadan sonra bir “iyi ki” kelimem baki zaten.
Bir de LA Times, Rachel Cusk ve Sally Rooney benzetmesi yapmış ya… Cusk okumadım hiç, dilerim yakın zamanda okuyacağım ama Gwendoline Riley’i Sally Rooney’den çok daha başarılı ve etkili bulduğumu eklemek isterim. Bu kitap bence hem Ferrante okurlarını hem de Rooney okurlarını tatmin edecek düzeyde bir deneyim sunuyor.
Öyküm: Sally Rooney’e göre oldukça donanımlı bir yazar bence Riley. Rooney de kimmiş?
Ama The New Yorker’da James Wood’un Hayaletlerim’i anlattığı bir yazıya denk geldim. Yorumundan bir bölümü yazmak isterim, dumura uğradım diyebilirim. “Anne babanızı büyütmek, ebeveynlerinizden daha zeki ya da daha bilgili hissetmek, sanki onların size başından vermiş olduğu bir hediyeyi bir şekilde onlardan çalıyormuşsunuz gibi hissetmek epey rahatsız edicidir.”
Cansu: Vay! Bu cümleyi yazacağım bir yere, durup durup düşünmelik bir cümle.
Bir de çevirmene değinelim mi? Etkili bir çeviri çünkü ve anmazsak ayıp etmiş oluruz gibi hissediyorum.
Öyküm: Begüm Kovulmaz’a buradan sonsuz sevgiler demek istiyorum. Böyle bir kitabı sinir hastası olmadan çevirmek, tarafsızca çevirmek, her birinin öfkesini ya da içine gizlediği duyguları bozmadan aktarmak büyük başarı bence. Bu cümleleri bir de Duygu Akın’a kurarım bilirsiniz. Kalbimin protokol koltukları kendini belli ediyor.
Aziz: Sabrından ve güzel çevirisinden ötürü sevgiler. Nasıl delirmedin be Begüm Kovulmaz? 💓
Cansu: Evet Begüm Kovulmaz’ a bir teşekkür de benden. Şahane ve özenli çevirisi için. Ayrıca Başak Güntekin; İş Bankası Kültür Yayınları’nın Çağdaş Dünya Edebiyatı Dizisi üzerinden bizi, aklımızdan çıkmayacak kitaplarla buluşturduğu, dizinin editörlüğünü üstlendiği için ona da ayrıca teşekkür ederim.
Ve son bir şeye değinmek istiyorum: diyaloglar. Hayaletlerim beni sürekli yazmaya teşvik eden o sade ve doğal diyaloglara sahip. Yazmakla ilgilenen herkesin bu doğal ve akıcı diyaloglar üzerinden kendine katacağı çok şey var bence. Diyalog nasıl yazılır sorusunun cevabı bu kitapta apaçık duruyor.
*