Arkadaşlarla Sohbetler serisinde hayatlarında kitaplara oldukça önem verdiklerine şahit olduğum arkadaşlarımı misafir edeceğim. Bu misafirliklerinde okudukları ve kendilerinde farklı noktalara değindiğini hissettikleri kitapları seçmelerini ve hazırladığım kalıp sorulara seçtikleri her bir kitap için cevap vermelerini isteyeceğim. Kitap tavsiye etmenin yanı sıra tavsiye edenlerin hayatlarında sızlayan noktaları da öğrenmiş olmanın değerini biliyor ve bunu çoğaltmak için Arkadaşlarla Sohbetler serisini başlatıyorum.
Umarım en az benim kadar keyif alırsınız. İyi okumalar. 💚
Konuk Notu: Kitaplığımın karşısına geçtiğimde kafamın içinde aniden yükselen “beni de seç” seslerini bastırabilmek adına bir tema belirleyip o tema doğrultusunda devam etmeye karar verdim. Bu karar beni “kadın yazını” temasına götürdü. Kısacası beni cinsiyetim üzerinden etkisi altına almış kitaplar üzerinden bu değerli soruları cevaplayacağım. McEwan, Ishiguro, Coetze, Ali Teoman, Orhan Pamuk, John Fowles, Kobo Abe, Süskind, Orwell, Kafka ve daha nice gönlümü çalmış beyefendiden bahsetmiyorsam sebebi budur. Evet, gönlümü rahatlattığıma göre başlayabiliriz. :)
Olay, Annie Ernaux
Çeviri: Siren İdemen
Can Yayınları, 2023
Kitabın içerisinde kalbini yakaladığını fark ettiğin o anı anlatır mısın? Seni çeken o “şey” neydi?
Doğrusunu söylemem gerekirse bu hikâyenin beni yakalaması kitabından ziyade uyarlama filmi üzerinden oldu. Bu film, Kürtaj, Altın Portakal Film Festivali’nde gösterildi. Ben o esnada başka bir filmde olduğum için festivalde izleyemedim. Fakat o gece etrafımda Kürtaj’ı izleyen herkes, birkaç kişinin filmi izlerken yarattığı etkiden ötürü bayıldığını konuşuyordu. Bu bana epey tuhaf geldi ve sanırım bir girdap gibi bu hikâyeye beni çeken ilk şey bu oldu.
Olay, 1963 senesinde Fransa’da yaşanan yasadışı kürtaj deneyimine odaklanıyor. Şimdi tekrardan kitap üzerinden beni çeken o şeyi söylemem gerekirse Ernaux’un bu oldukça özel ve bireysel meseleyi, politik bir düzlemde anlatma kabiliyeti. Mesela buraya not düşmek isteyeceğim şöyle bir cümle geçiyor: “İnsanlar yasalara göre yargılanıyor, ama yasalar yargılanmıyordu.” Ne cümle ama!
Diyelim ki bu kitabın bir kahramanı da sensin. Nerede, hangi karakterin yanında olmak isterdin?
Asla içinde olmak istemeyeceğim bir ortam. Üstelik Olay, otobiyografik bir eser olduğundan bu cevaplaması daha da zor bir soru. Eğer ki kitabın kahramanından ziyade o dönemki Fransa hükümetinin başındaki kişi olma hakkım varsa onu değerlendirmek isterim. Bütün kadınların sesi olma hayali bile epey güçlü hissettirdi.
İçlerinden iki karakter seçmeni rica ediyorum şimdi. Bu soracağım soruyu ben her okuduğum kitabımda mutlaka yapıyorum. Seçtiğin iki karakteri karşına alsan onlara ne söylemek ya da sormak isterdin?
Buna cevabım epey klişe olacak, bunun için üzgünüm fakat söylemek zorundayım: “Ernaux, sen çok güçlüsün; ben de böyle bir güce sahip olabilmeyi dilerdim. Ve gücün sayesinde hislerini yazıya döktüğün için sana minnettarım.”
Kendinde ortak gördüğün veya senin hayatında olmayan ama bu kitapla var olacak olan o ayrıntı nedir?
Her şeyden önce ben bir kadınım. Kitaptaki karakterle doğru empati kurmak için hamile kalmanıza veya kürtaj yaptırmak durumunda kalmanıza gerek yok. Güçlü bir empati için sahip olduğunuz cinsiyet ve bu cinsiyetin beraberinde getirdiği korkular yeterli oluyor maalesef. Ben hiçbir zaman bu boyutta ve üstelik bedenim üzerinden gelişen bir çaresizlik yaşamadım. Fakat şu gerçeğin de farkındayım; yaşamamış olmam yaşamayacağım anlamını taşımıyor. Kitabı okuduğum her an böyle bir zorluğu yaşama ihtimalimi düşündüm ve bu düşünceyle birlikte kasıklarım ağrıdı. Bu konuda ciddiyim. Psikolojik etkisinden bahsetmiyorum; fiziksel olarak bunu hissettim. Bu esasında birçok şeyi açıklıyor. İlgili bir alıntı daha eklemek istiyorum, o da şu: “İlk defa kendimi nesillerin içinden geçtiği bir kadınlar zincirinin parçası hissettim.”
Ekleme yapmak istemeyeceğim kadar açık bir cümle. Biz kadınlar, hepimiz bu zincirin parçasıyız. İşte böyle.
Napoli Romanları, Elena Ferrante
Çeviri: Eren Yücesan Cendey
Everest Yayınları, 2015
Kitabın içerisinde kalbini yakaladığını fark ettiğin o anı anlatır mısın? Seni çeken o “şey” neydi?
Napoli Romanları; fakir bir mahallede geçen, bolca bağnaz aileye maruz kaldığımız, uzun ve oldukça kalabalık roman. Bu romanda pek çok karakterin öfkesine tanık oluyoruz. Ben genel olarak öfkeli bir insan değilim fakat empati konusunda hassas diyebileceğim bir yanım var. Bundan sebep kitaptaki her kadının öfkesine ortak oldum. Bu beni çok etkiledi. Sorunun esas cevabına gelecek olursam kalbimi yakaladığı ilk an sanırım şu: Benim Olağanüstü Akıllı Arkadaşım’da, yani serinin ilk kitabının henüz çok başlarında, karakterimiz Lila’nın “buyurgan” babasının Lila’yı bir eşya gibi camdan fırlattığı bir an var. Kanların aktığı ve Lila’nın düşmenin etkisiyle kolunun kırıldığı an. Lila düşme anından birkaç saniye sonra doğrulup “Hiçbir yerim acımadı,” diye bir cümle kuruyor. Bu sahnenin üzerimde bıraktığı etkiyi nasıl anlatabilirim bilmiyorum fakat deneyeceğim.
Ben hayatımda bazılarına göre şanslı sayılabilecek biçimde sevgiyle büyütüldüm, yani şiddetin ne demek olduğunu bilmeden büyüdüm. Fakat buna rağmen Lila’nın içinde bulunduğu bu durumla ve başa çıkma yöntemiyle çok derin bir bağ kurduğumu söylemem lazım. Sanki böyle bir şeyi bende geçmişimde yaşamışım gibi bir histi bu. Acımasızca üzerime boşaltılan bir his ve tam olarak o an anladım; bu roman benim üzerimde çoktan tahakküm kurmuştu bile. Sonrasında da sinir uçlarıma dokunmaya hep devam etti. Beni etkisi altına almış pek çok kişi var ama hiçbiri kişiliğimi, kimliği bile gerçek olmayan Ferrante kadar etkilemedi. Bunun sebebinin, yazarın içgörüsünü okura aktarabilme becerisinden ileri geldiğine inanıyorum.
Diyelim ki bu kitabın bir kahramanı da sensin. Nerede, hangi karakterin yanında olmak isterdin?
Tüm bu gerçekliğe dayanabilir miydim bilmiyorum. Çok zor gerçeklerle baş etmek durumunda kalıyor bütün karakterler. Dönemin şartları, ekonomik nedenler, sınıfsal sorunlar, kadınların içinde bulunduğu atmosfer ve daha pek çok şey. Alt, orta ya da üst sınıftan olduğu farketmeksizin karakterlerin her biri ayrı bir sorunla yüzleşmek durumunda.
Ben bütün bu zorlukların içinde sanırım Lila’nın yanında olmayı çok isterdim. Çoğu okur Lila’ya öfke besliyor. Anlıyorum. Fakat Lila’da beni kendisine çeken gizemli bir güç var, bugün bile çözemediğim bir gizem. Zaten kitapta en sevdiğim karakter de o. Kendisi kimseyi dinlemediği gibi beni de dinlemezdi sanırım ama konuşmak isterdim onunla ya da konuşmasam bile izin verdiği ölçüde yalnızca yanında olmak, bir nebze de olsa iyi hissetmesini sağlamak isterdim. Çabalardım en azından.
İçlerinden iki karakter seçmeni rica ediyorum şimdi. Bu soracağım soruyu ben her okuduğum kitabımda mutlaka yapıyorum. Seçtiğin iki karakteri karşına alsan onlara ne söylemek ya da sormak isterdin?
Daha fazla Lila dememek adına ilk sorum Nino Bey’e olsun. Nino bu seride ne istediğini bilmeyen, kararsız, bir öyle bir böyle, bütün kadınlarla yakın ilişki kuran ve çıkarlarının peşinde her yolu mübah bulan bir karakter. Kendisine, babasından bu denli nefret etmesine rağmen tıpkı babası gibi ve hatta daha beteri olduğunun farkında olup olmadığını sormak istiyorum. Şaka yapıyorum. Bu cevapsız bir soru olurdu elbette. Ben hayatındaki pişmanlıkları öğrenmek istiyorum. Çünkü Nino’nun yaptığı tüm saçma davranışların insanların hayatında büyük bir etki bıraktığının farkında olup olmadığı merakını içimden atamıyorum.
Bir diğer sorum ise bu kalabalığın arasında iki iyi karakterden biri olan Enzo’ya olurdu. Enzo bütün bu karmaşanın arasında kaybolan ve kendi isteklerini gerçekleştiremeyen bir karakter. Ve üstelik dediğim gibi çok iyi biri. Potansiyelini de beraberinde alıp neden kaosun hâkim olmadığı başka bir yere gitmiyor anlamadım. Onu burada tutan şey tam olarak ne? Umarım aşk değildir.
Kendinde ortak gördüğün veya senin hayatında olmayan ama bu kitapla var olacak olan o ayrıntı nedir?
Bu seri özünde çalkantılı bir arkadaşlığı anlatıyor. İki kadının çocukluğundan başlayan ve uzun yıllara dayanan bir arkadaşlık bu. Tabi sosyolojik olarak incelenmeye açık pek çok şey de var. Bunların başında kadınların her anlamda verdikleri mücadele geliyor, var olabilme mücadelesi.
Benim hiçbir zaman çalkantılı ilişkilerim olmadı. Sorunsuz bir zeminde ilerledi genel olarak ilişkilerim. Ama ben de bir kadınım ve benim de zor günlerim, vermem gereken mücadeleler oldu. Kitaptaki atmosferin yanında şimdi yaşadığım yer veya içine doğduğum aile beni şanslı kılabilir. Fakat ben de tam manasıyla özgür hissedemiyorum. Belki üniversite okuyup okumama karışılmadı ama ben de çok fazla engelle karşılaştım, karşılaşmaya da devam ediyorum. Sanırım bu, hangi yıl veya hangi toprakta yaşadığımızdan bağımsız bir şey. Zorluk seviyeleri değişmiş olabilir belki fakat bir erkeğe göre vermemiz gereken mücadele hala ezici çoğunlukta. Maalesef bu böyle.
Benzersiz Kızım, Guadalupe Nettel
Çeviri: Ayşe Nihal Akbulut
Livera Yayınları, 2023
Kitabın içerisinde kalbini yakaladığını fark ettiğin o anı anlatır mısın? Seni çeken o “şey” neydi?
Benzersiz Kızımçok katmanlı bir roman. Otuzlu yaşlarında anne olmaya hazır hisseden ve bu konuda istekli olan bir karakter ve yine otuzlarında anneliği kesin olarak reddeden bir karakter bu romanda ana izleğimiz. Bunun yanı sıra derinlemesine incelemeye açık olan anne güvercin ve yavruları var mesela. Benzersiz Kızım’da türlü ilişki biçimlerini farklı bakış açılarıyla “annelik deneyimini” ön plana çıkararak anlatıyor yazar. Belirtmek isterim ki epey keskin bir biçimde yapıyor bunu ve bu şahane bir okuma deneyimi sunuyor.
Ben çocuğuna karşı ilgisiz olan ebeveynleri görünce içten içe çok sinirlenirim. Bu insanların neden çocuk yapma gereği duyduklarını sorgularım. Bu kendi seçimlerinin sonucu mu sahiden yoksa böyle olması gerektiğine duyulan sarsılmaz inancın sonucu mu? Romanın ilk sayfalarında da bu konuya değiniyor ve belirttiğim gibi bu konuya dair görüşleri keskin bir biçimde peşi sıra veriyor. Hâl böyle olunca direkt olarak yakaladı beni kitap. Zaten hali hazırda düşündüğüm şeyleri keskin bir ifadede görmek iyi geldi diyeyim kısaca.
Diyelim ki bu kitabın bir kahramanı da sensin. Nerede, hangi karakterin yanında olmak isterdin?
Nicolas. Ana karakterin karşı komşunun sorunlu oğlu. Nicolas’ta ebeveyn sıkıntısının çocuğa sirayet edişini görüyoruz. Bazı çocuklar şanssız doğar. Nicolas da şansız doğanlardan… Onun yanında olmayı isterdim. Çünkü etrafında onu anlayan yok; bu durum onda yoğun öfkeye sebep oluyor. Karakterlerden biri olan Laura onun iyi hissetmesine yardımcı olmaya çalışıyor. Sanırım ben de bunu isterdim. Öfkesinden arınmasına ve çocuk olduğunu hatırlamasına yardımcı olabilmeyi dilerdim.
İçlerinden iki karakter seçmeni rica ediyorum şimdi. Bu soracağım soruyu ben her okuduğum kitabımda mutlaka yapıyorum. Seçtiğin iki karakteri karşına alsan onlara ne söylemek ya da sormak isterdin?
Alina, çocuk yapma konusunda kesin biçimde isteksizken hayatın akışıyla birlikte tam tersi yönde bir karar alıp anne oluyor. Bazı büyük sorunlar nedeniyle annelik tam da hayal ettiği biçimde ilerlemiyor. Bugün geldiği son noktada anne olmayı tercih ettiği için pişmanlık duyup duymadığını sormak isterdim. Özellikle bizimki gibi ülkelerde annelik bir nevi tabudur, hakkında olumsuz bir yorum yapmak cesaret gerektirir. Tek bir olumsuz sözünüz üzerinden türlü biçimde anneliğiniz hakkında birtakım etiketlere maruz kalabilirsiniz. O sebeple Laura’nın bu konu hakkında neler diyeceğini epey merak ediyorum. Ayrıca kitap içinde kitap önermek gibi olacak ama fazla bir öneriden ne zarar gelir ki diye düşünüp, Elena Ferrante’nin “annelik” kavramı üzerine alışılanın aksine bir bakış açısıyla yazdığı Karanlık Kız romanını önermek isterim.
Bir de karşı komşu Dorris’e -az önce bahsini geçirdiğim Nicolas’ın annesi- terapiye başvurması için yalvarabilirim. Kötü bir evlilik, o evlilikten doğan sorunlu bir çocuk, evlilik öncesi yaşantısına duyduğu özlem ve tüm bunlarla başa çıkamayışı onu ciddi anlamda yıpratıyor. Dorris’e söyleyebileceklerim yetersiz. Zaten duyacağını da sanmam. Bazen böyledir; duymayız, görmeyiz, fark etmeyiz. Tek çözüm profesyonel bir destek almaktır. Bunu ciddiye alabilmeyi çok kıymetli buluyorum. Dorris’in bunun kıymetini anlaması yolunda destek olmak isterdim.
Kendinde ortak gördüğün veya senin hayatında olmayan ama bu kitapla var olacak olan o ayrıntı nedir?
Kendimde ortak gördüğüm çok fazla nokta var. Ebeveynlik ve özellikle annelik hakkında sık sık düşünürüm. Çocuk yapmış olmanın bireyin hayatına etkisine sık sık kafa yorarım mesela. Hatta çocuğu olmayan insanların bazı ayrıcalıklara sahip olduğuna inanıyorum yer yer. Yine de bu romanda olduğu gibi keskin görüşlerim yok. Anneliği sürükleniş ya da gözden yitmek olarak tanımlamıyorum ben. Anneliğin, insandan götürebileceklerine odaklanıp tam tersi biçimde katkılarını gözden kaçırmak istemem açıkçası.
Bir de bu kitapla birlikte bazı önyargılarımı kırmış olabilirim. İşte bu da hayatımın bundan sonraki kısmında var olacak ayrıntı.
Kurtarma Mesafesi, Samanta Schweblin
Çeviri: Emrah İmre
Can Yayınları, 2021
Kitabın içerisinde kalbini yakaladığını fark ettiğin o anı anlatır mısın? Seni çeken o “şey” neydi?
Kurtarma Mesafesi, baştan sona ikili diyalog halinde ilerliyor. Bu diyaloglar arasında gezintiye çıkıyoruz. Fakat bu gezi anılarda gerçekleşiyor. Bu anılarla birlikte, Arjantin kırsalına tatile giden Amanda ve kızı Nina’nın yolunun Carla ve oğlu David ile kesiştiğine tanık oluyoruz. Yani kısaca bu yolculukta iki farklı anne bizim odağımız oluyor. Annelik, bu romanın temel izleklerinden biri olsa da başka birçok temel mesele de romanın geneline yayılmış durumda. Mesela zirai kimyasallar ve bu kimyasalların canlılar üzerinde bıraktığı etki, ruh değişimi ve benim özellikle üzerinde durduğum “erkek iletişimsizliği” gibi büyük ve sindirimi güç meseleler. Bütün bunları okumak beni psikolojik olarak yıpratmakla birlikte aldığım haz ve nihayetinde tatmin olma duygusu çok yüksekti. Yıprandığıma değdi yani. Bütün bunları bir kenara bırakırsak beni esas olarak kendine çeken ilk şey: anlatıdaki güncel zamanın ve geriye dönük gittiğimiz anıların arasındaki sıçrayışları anlatmak için yazarın kurduğu minimal biçim.
Söylemek isterim ki, okurunu her an tetikte ve diri tutan bir kitap bu.
Diyelim ki bu kitabın bir kahramanı da sensin. Nerede, hangi karakterin yanında olmak isterdin?
Carla, oğlu David üzerinden büyük bir sınav vermek durumunda kalıyor. Üstelik Carla oğlu doğduğunda ilk olarak parmakları tam mı diye tek tek çocuğunun parmaklarını sayan biri. Bu ayrıntıyı, oğlunun başına gelecek herhangi kötü bir durumda Carla’nın nasıl etkileneceğini anlayalım diye özellikle belirtiyorum. Benim Carla’nın yaşadığı zorluğu anlayabilmem mümkün değil. Üstelik beni tedirgin eden bir kişiliğe de sahip. Buna rağmen yanında olmak isteyeceğim kişi Carla.
İçlerinden iki karakter seçmeni rica ediyorum şimdi. Bu soracağım soruyu ben her okuduğum kitabımda mutlaka yapıyorum. Seçtiğin iki karakteri karşına alsan onlara ne söylemek ya da sormak isterdin?
Öncelikli olarak kitabın tüm erkek karakterlerinden nefret ettiğimi belirterek başlayayım. Ön planda değiller, yoklar. İşte nefretim de bundan ve maalesef ne kadar da tanıdık. Daha önce belirttiğim üzere erkek iletişimsizliği bu romanın kritik meselelerinden. Onlara, sakin kalabileceğimi de umarak, “babalık” hakkında birkaç şey söylemek fena olmazdı. Ayrıca Amanda’ya biraz gevşemesi gerektiğini söylemek isterim. Beyhude bir çaba olurdu elbette. Amanda’nın kendini hatırlaması gerektiğine inanıyorum. Anne olmamanın verdiği rahatlıkla konuşmak üzereyim şu an. :)
Anne olunca benliğini yitiren insanlara doğrusu biraz sinirleniyorum. Sahiden anneliği bu denli her şeyin önüne koymalı mı? Bilemiyorum. Kaldı ki annelerin, bu bir yönüyle siyahla bezenmiş hayatı pembeye boyamak gibi yüklü bir sorumluluğu olmalı mı gerçekten? Anlayamıyorum. Bu sanırım “anne olunca anlarsın” türünde bir durum. “İnsan düşünür, Tanrı güler” diye bir söz var ya, umarım bu düşünceme Tanrı gülmüyordur. :)
Kendinde ortak gördüğün veya senin hayatında olmayan ama bu kitapla var olacak olan o ayrıntı nedir?
Kendimle bağdaştırdığım en net şey Amanda’nın kuruntuları. Amanda sürekli olarak kötü bir şey yaşanacağına inanan ve bu doğrultuda gözlerini kızından ayırmayan ve hatta bu durum için kendince “kurtarma mesafesi” belirleyip o mesafeden daha fazla kızından uzaklaşmamayı kendine görev edinmiş bir anne. Ben bu boyutlarda değilim, şükür. Ama benim kafam da genelde kötü olasılıklara çalışır. Çevremden birini arayıp ulaşamadığımda mesela, o kişinin işi olabileceği ihtimali gelmez de aklıma oluşabilecek türlü kötü senaryolar kurarım kafamda. Bu gerçekten yorucu.
Samanta Schweblin büyük sosyal meseleleri, bu meselelere direkt olarak değinmeden ve nasihat vermeden aktarıyor. Bu da bende daha fazla farkındalık oluşturuyor. Yazarın her kitabını okuduktan sonra farklı bir farkındalık geliştirdiğimi fark ettim.
Kurtarma Mesafesi, ilhamını çevre sorunlarından alıyor. Bende hayatımın bu kitabı okuduktan sonraki bölümünde bu konuda daha da bilinçli olma çabasına girdim. Bireysel bir çaba bu, ama bence hayatımda var olacak epey iyi bir ayrıntı.
BONUS +1
Konuk Notu: Sohbetimizin başında “kadın yazını” teması seçtiğimden bahsetmiştim, farkındayım. Ancak bonus bir bölüm gibi düşünüp Murakami’den bahsedebiliriz diye düşündüm. Bunun sebebi Murakami’ ye vefa borcum olduğuna inanmam. Elena Ferrante’nin kişiliğime katkısından bahsetmiştim; bir benzeri Murakami için de geçerli. Kendisine sonsuz bir sevgi beslediğimi ekliyorum, uzun ömürler diliyorum ve bu bölümü kısa keseceğime söz veriyorum. :)
Kumandanı Öldürmek, Haruki Murakami
Çeviri: Ali Volkan Erdemir
Doğan Kitap, 2018
Kitabın içerisinde kalbini yakaladığını fark ettiğin o anı anlatır mısın? Seni çeken o “şey” neydi?
Murakami’nin kurgularında beni kendine en çok çeken şey yazarın kurduğu atmosferin bizzat kendisi. Demek istediğim kalbimi yakalayan “bir an” olmaz genelde, doğrudan kapılırım bir şey olmasına gerek olmadan.
Beni özellikle etkileyen şey; karakterin kalkıp bir kahve demlemesi, arkada çalsın diye oynattığı plak, pişirdiği yemeği veyahut karakterin viskisini nasıl sevdiğini ayrıntılarıyla okumak. Bulunduğum yere aniden kahve kokusu dolar, müziğin sesi satırlardan kulağıma akar, mutfağımdan bahsi geçen yemeğin kokusu gelir. Tüm bu ayrıntılar sayesinde hikâyenin gerçekliği umurumda bile olmaz. Benim için o saatten sonra asıl olan “gerçekçilik” hissidir. Mest olmuş bir vaziyette okurum satırları. Kimilerine göre saçmalık, bana göreyse kaçış noktası. İkinci bir ev gibi kısaca benim için Murakami kurguları.
Ama tüm külliyatı içinde özellikle bu kitabı seçmemin bir sebebi var. Kumandanı Öldürmek, bütün Murakami dünyasından izler barındırıyor her şeyden önce. Murakami’yi Murakami yapan her ayrıntı bu kitapta mevcut. Ayrıca oldukça kapsamlı ve derinlikli bir roman bana kalırsa. Ve birtakım tarihsel olaylara sırtını yaslaması beni en çok etkileyen ayrıntılardan biri. Nanking Katliamı, 2. Dünya Savaşı, Kristal Gece ve daha pek çok tarihi konuya referans var. Bunun yanı sıra karakterin bastırdığı bilinçdışı korkularıyla yüzleşiyoruz bu da bizi kendi korkularımızın üzerine gitmeye itiyor bir yönüyle. Ayrıca Oedipus kompleksine dair de düşünmeye alan tanıyor bu kitap. İdealar, rüyalar ve metaforlar üzerine de yazılmış sıkı bir kitap. Övmelere doyamayacağım bir yelpazesi var. Saymakla bitmez, burada kesiyorum o sebeple. Sonuç olarak tüm bunları bir arada düşündüğümde bence bu oldukça etkileyici bir roman. Daha da kıymetlisi, satır aralarında okumak bu bilgilerin akılda kalıcılığını ve okuma keyfini arttırıyor. Üstelik Murakami’nin tekinsiz, tedirgin edici, gizemli ve gerçekçi satırlarının arasında gezinmek tam bir delilik.
Diyelim ki bu kitabın bir kahramanı da sensin. Nerede, hangi karakterin yanında olmak isterdin?
Kitabın ismini bilmediğimiz ressam anlatıcısı, karısı tarafından terk edilince arkadaşının ressam babasının evine doğru gitmek üzere uzun ve epey gizemli bir yolculuğa çıkıyor. Arkadaşının babası sağlık sorunları nedeniyle bir bakımevinde kaldığından anlatıcımız bu ıssız yerdeki evin bir nevi bekçiliğini yapacak yani. Ben bu evde ve ismini bilmediğim anlatıcının yanında olmak isterdim. Hem böyle gizemli bir yolculuğun hayalini kurduğumdan hem de bu karakterin sakin tavırlarının bana iyi geleceğine inandığımdan. Bir de güzel yemekler yapıyor anladığım kadarıyla ve iyi bir müzik zevki var. Ayrıca duyduğum kadarıyla epey iyi bir portre ressamı, belki benim de portremi çizer. :) Daha ne olsun!
İçlerinden iki karakter seçmeni rica ediyorum şimdi. Bu soracağım soruyu ben her okuduğum kitabımda mutlaka yapıyorum. Seçtiğin iki karakteri karşına alsan onlara ne söylemek ya da sormak isterdin?
Ben duygularını bastırabilen biri değilim romanın baş karakterinin aksine. Kendime dair sevdiğim özelliklerden biri de kesin bir şekilde budur. Burada bahsettiğim şey, ne hissettiğini açık açık söyleyebilmek. Bu herkeste olmasını dileğim bir özellik. Rahat hissedebilmemin de ön koşulu. Bazen insanlar bana kırılmış oluyor misal ve benim bundan haberim dahi olmuyor. Saçmalığın ötesinde bir durum. Romanın isimsiz baş karakterinde de biraz bu özellik var. Üstelik fazlasıyla içine kapanmış ve toplumdan izole yaşamayı tercih eden bir yönü var. Bu insanlarda şahit olduğumda içten içe üzüldüğüm bir durum. Bazen yitirdiklerimiz sonucu kendimizi yalnız hissederiz. Bu durum içimize kapanmamıza sebebiyet verir genelde. Ama bu boşluğa sürükleniş daha büyük acılara neden olabiliyor. O sebeple iç dünyasında savaşlar veren ama dışarıya hissiz görünen bu karakteri biraz da olsa açmak adına, kendisine bunun insanı içten içe yok oluşa sürükleyen bir durum olabileceğini anlatırdım sanırım. Bu konuşmayı daha önce kendi hayatımda bizzat deneyimledim, pek bir faydası olmuyor. Fakat yine de denemeye değer bence.
İkinci olarak on üç yaşındaki Marie karakterine memelerinin küçük olmasını çok dert etmemesini söylerdim. Ama yine ne kadar boş bir çaba olurdu, öyle değil mi? Ergenliğinin başında birine söylenecek bir şey mi bu şimdi?
Kendinde ortak gördüğün veya senin hayatında olmayan ama bu kitapla var olacak olan o ayrıntı nedir?
Murakami okurları çok iyi bilir ki, yazarın romanlarının olmazsa olmazlarından en önemlisi müziktir. Richard Strauss’un Güllü Şövalye’si bu kitapla birlikte hayatıma giriş yapan ayrıntılardan biri. Sürekli olarak bu operayı dinliyorum hatta. Bu müzik gerçekten de bağımlılık yapıyor.
Bir de bu kitaptan öğrendiğim kadarıyla Kafka yokuşları çok seviyormuş. Her tür yokuş hoşuna gidiyormuş, yokuş kenarlarındaki evleri büyük bir zevkle izlermiş mesela. Ben Franz Kafka’ya derin bir sevgi beslerim. Yaşadığım şehirde yokuş yok denecek düzeyde ama yine de kısacık bir yokuşta bile aklıma bu ayrıntı ve Kafka düşüyor. Bence bu da müthiş bir ayrıntı.
İşte hepsi bu kadar.