Johann Eduard Hari’nin “Çalınan Dikkat” isimli kitabını okumaya başladığım an yazarı araştırdım ve yılların vermiş olduğu bir alışkanlıkla hemen Instagram ve Twitter’da arattım. Ve son attığı tweeti gördüm. 2024’e kadar Twitter’dan uzaklaşacağını ve dikkatini tam manasıyla üzerinde çalıştığı kitaba yönelteceğini yazmış. O günden sonra da sahiden uzaklaşmış. Bu uzaklaşma hali, yazarın deneyimlediği ve kendine iyi geldiğini gözlemlediği bir yöntem. Bende sık sık bunun üzerine düşünür oldum son zamanlarda. Fakat uzaklaşmak sandığımız kadar kolay değil. Diğer yandansa Bir tanecik hayatımız var ve biz onu kaçırıyoruz.
Her şeyden önce şunu kabul etmek bence: Her yönüyle berbat bir çağda yaşıyoruz. Bitkiniz, neredeyse hepimizi esir almış ve bizi yönlendiren teknolojinin içindeyiz, her an tetiklendiğimiz bir stres yumağının içinde debeleniyoruz; yoğun mesai saatleri, hayatta kalma mücadelesi, kazandığımız paranın değersizliği, zamansızlık, son yıllarda artan hastalıklar, sağlıklı besine ulaşmanın zorluğu, hava kirliliğinin artması… daha nice olumsuz etkenler.
Hal böyleyken herhangi bir şeye odaklanmak kolay değil. Çoğumuz aynı dertten muzdaribiz ve sorunu kendimizde arıyoruz, haliyle çözüm için sorumluluğu da kendimize yüklüyoruz. Aslında bu mesele sandığımızdan çok daha karmaşık.
Bireysel çabalarımız bir yere kadar etkili olabilir fakat net bir çözüm değil.
Gününün yarısı çalışarak geçen, zamanının büyük bir bölümünü yollarda geçiren ve ulaşması güç olduğu için sağlıklı bir şekilde beslenemeyen bir de üstüne kirli havayı soluyan, mesai saatleri nedeniyle neredeyse güneş görmeyen bir insandan yapmak isteyeceği herhangi bir işe odaklanmasını beklemek ne derece adil olabilir ki? Mesela yürümeye, bisiklet sürmeye uygun olmayan şehirler inşa edip, sonrasında insanlardan nasıl harekete geçmesini bekleyebilirsiniz ki? Veya sürekli organik beslenmekten söz eden uzmanlara organik besine ulaşmanın maliyeti ve diğer zorlukları nasıl anlatabilirsiniz ki? Günde on iki saatini çalışarak geçiren ve zamanının büyük kısmını yollarda geçiren birinden hayattan verim almasını nasıl bekleyebilirsiniz ki? Hayat maalesef ki herkes için eşit şartlarda ilerlemiyor. Bu çok açık. O nedenle bazı direktifler veren motivasyon kitapları bir yönüyle de anlamını yitirmiş oluyor.
Johann Hari ise “Çalınan Dikkat” isimli kitabında yaptığı araştırmalar sonucunda, bunun kişisel olarak çözümlemenin imkansız olduğundan bahsediyor bir yönüyle. Bireysel çabamızla sorunun ancak bir kısmını çözebileceğimizi, esas olanınsa kolektif olarak çözmemiz gerektiği olduğunu vurguluyor. Yani kısaca ifade etmek gerekirse toplumsal olarak dağılan dikkatimizi ancak toplumsal olarak çözebileceğimizi söylüyor.
Dünya çok hızlı akıyor ve bu da hepimizi, farkında olmayanlarımızı dahi zorluyor. Etrafımız uyaranlarla dolu. Her yerde dikkatimizi dağıtacak uyaranlar. Telefon bildirimleri, bizi takip eden ve alışveriş seçeneklerimizi bile etkileyen teknolojilerle etrafımız sarılmış bir vaziyette, işlerimizin büyük kısmı bu yumağa bağlı bir halde. Hal böyleyken işler kızışıyor ve “hadi telefonları bir kenara bırakalım ve hayatımıza bakalım,” deme lüksümüz çoğumuz için pek mümkün olmuyor.
Bu kitap hakkında yazmak istememin başlıca sebebi hayatımızı bizden çalmaya çalışanlara dur demek isteyen herkesin başvurmasını istiyor olmam. Telefon kullanma süremizin had safhaya çıktığı şu günlerde başvurulacak en güzel kaynaklardan biri olduğuna inanıyorum. Yine de şunu belirtmem gerek sanırım şu noktada: Yazar bizi bu bataktan çıkaracak çözüm önerileri sunuyor fakat bunun bireysel çabayla imkansıza yakın olduğunu vurguluyor. Ve bu konuda oldukça dürüst bir çalışma yürütüyor diyebilirim. “Bu işte ya hep beraberiz ya da hiçiz” diyor kısaca.
Bu noktada, kitapla birlikte kendi deneyimlerimden bahsetmek istiyorum.
Şu an bu yazıyı kalabalık bir kahvecide yazıyorum. Arada bir istemsizce etrafıma bakıyorum. Neredeyse herkes telefonlarıyla meşgul; ya fotoğraf çekmekle ya da çektikleri fotoğrafı paylaşmakla. Bu durumu yadırgamıyorum. Zira bende masaya oturur oturmaz görev olarak bildiğim çek paylaş olayını gerçekleştirdim. Yine de teker teker masalara gidip “lütfen şu telefonları bırakıp biraz birbirinizle sohbet edin,” diye bağırmamak için zor tutuyorum kendimi. Bu noktada yazarın hislerini paylaşıyorum. Kendiside benzer şeyler hissediyor sık sık.
Johann Hari tüm bu düşüncelerden bunaldığı bir dönemde kısa süreliğine Provincetown’a gitmeye karar veriyor. İnterneti yanına almadan elbette. Akıllı telefonunu şehirde bırakıp kendine akıllı olmayan bir telefon ediniyor. İnternet bağlantısı olmayan bir bilgisayar alıyor yanına, bir de bolca kitap. Bu kulağa hoş geliyor bir yönüyle ama oldukça zorlanıyor, en azından ilk günlerinde. Kitabın bu bölümünü, yazarın deneyimlerini okuduktan hemen sonra bende benzer bir reaksiyon gösterdim ve her sabah çıktığım yürüyüşe telefonumu almadan çıktım. Ne kadar zor olabilir ki?
Çok zor, çok çok zor. Evet, her anım telefonumu kaybetmişim gibi bir hisle boğuşmakla geçti. Cebimi yokladığım ve telefonumu bulamadığım her an gelen panik atak hissiyle geçen iki saat geçirdim. Kabul edelim; hepimiz birer bağımlı olduk. Telefonlarımızın bağımlısı. Sonrasında sabah yürüyüşlerime telefonsuz çıkmaya devam ettim. Zorlayıcı bir deneyim olmasına rağmen kafaya koydum ve devam ettim. Yürüyüş yaparken kitap dinlemek gibi yıllar öncesinden edindiğim bir alışkanlığım var. Haliyle yürüdüğüm zamanlar, kitap dinleyemediğim için boşa geçen bir zaman dilimi gibi geldi bana. Uzunca bir süre bu düşünceyle boğuşmak durumunda kaldım. Sonrasında çok sevdiğim bir Japon atasözü geldi aklıma, şöyle: “Otururken otur, yürürken yürü, çalışırken çalış.” Sanırım en büyük yanılgımız, tek bir şeyle uğraştığımız zamanlarda vaktimizin boşa gittiği gibi bir algıya sahip olmamız. Aslında bir çok araştırma tam tersini vurguluyor. Tek bir şeye odaklandığımızda çok daha fazla verim alıyoruz. Yürürken dinlediğim kitapta belli bir yerden sonra algımın başka şeylere kaydığını fark ettim sonradan. Esasında tam manasıyla kitaptan verim alamadığımı tabii. Elbette yürüyüşte beni tam anlamıyla rahatlatmıyordu. Bütünüyle hissedemiyordum çünkü. Çevremde olup bitenlere ve dinlediğim kitaba ayrı ayrı bölünüyordu zihnim.
Telefonsuz yürüyüşe çıkmamın üçüncü gününde rahatladım ve zihnimin açıldığını ve tam da yazarın dediği gibi yaratıcı fikirlerle donatıldığımı hissettim.
Buradan hemen başka bir sorunuma değinmek istiyorum: Çok uzun zamandır bölünmeden kitap okuyamıyorum. Kitabı elime aldıktan on dakika sonra ya telefonuma gelen bildirimler sebebiyle veyahut zihnimin o anda yapılacak daha iyi bir şey olarak bana sunduğu Instagram’da gezinmek fikrinin beynimi kurcalaması sebebiyle, kitabı bırakıyorum. Çalınan Dikkat’in üzerimde bıraktığı etkiden olsa gerek, uzun bir süreden sonra aralıksız süreler kitap okuduğumu fark etmek müthiş hissettirdi. Ne mutlu. Burada önemli olduğunu düşündüğüm bir bilgiyi paylaşmam gerek. Bir şeye odaklanmışken dikkatiniz dağıldığında aynı odaklanma durumuna geri dönmeniz ortalama yirmi üç dakika sürüyormuş. Yirmi üç dakika. Hiç azımsanacak bir süre değil.
“Haftalardır her gün böyle okuyordum. Ve birden şunu düşündüm: Geri geldi! Beynim geri geldi! Beynimin bozulmuş olduğundan, bu deneyin kalıcı hasar görmüş bir kütleden ibaret olduğumu göstereceğinden korkmuştum. Ama şimdi iyileşmenin mümkün olduğunu görüyordum. O rahatlamayla ağladım.”
Bütün bunların yanısıra etrafımda olup biteni daha dikkatli şekilde izlemeye başladım. Oradaydım, o anda. Böyle anlardan birinde beni üzen, konuyla yakından ilgili bir durum fark ettim: İnsanlardan bazıları denizde yüzerken dahi telefonlarıyla birliktelerdi; boyunlarında telefonlarını sudan koruyan şeffaf bir çanta ve içinde telefon, her an açık kamera. Böyle bir ürünü üretmek delilik ve evet dahice bir delilik. İşte tam olarak çağın ürünü. Sanırım içinde bulunduğumuz çağ tam olarak böyle bir çağ: İnsanları etkileyecek ürünlerle oyalama, onlara aslında hiçte ihtiyaç duymadıkları ürünlerle donatma çağı.
Kitabın 38 dile çevrildiğinde duyduğumda çok etkilendim ve bunun aslında, insanların kaybettikleri dikkatlerini geri kazanma umudu içerisinde olduklarının kanıtı olduğunu düşündüm. Nitekim ben de benzer bir gayeyle kitabı edinmiştim. Odaklanma konusunda faydasını görüp görmediğimden şimdilik emin değilim fakat pek çok konuda faydalandığımı belirtmek isterim. Her şeyden önce hayata dair pek çok konuda bakış açısı kazandırıyor. Yazarın kendi fikirlerinden ziyade çok fazla konuda uzman kişilerin fikrini, araştırmalarını, konular hakkında yapılan deneyleri okuma fırsatı sunuyor “Çalınan Dikkat.” Mesela dikkat kaybımızın üzerine giderken beslenme alışkanlıklarımızı da gözden geçirmemiz gerektiği vurgulanıyor. Yapılan deneyler de beslenmenin odaklanmadaki önemini vurgular nitelikte.
Akışta Olmanın Önemi
Kitapta okumaktan en keyif aldığım bölümlerden biri, odağımızı kıran başlıca sebeplerinden biri olarak görülen “Akış Halinin Ketlenmesi” başlıklı bölüm oldu. Burada akışta olmak ve belki de daha çok akışta olamama hallerinden bahsediliyor. Eski zamanlarda, teknolojinin bu denli yoğun hissedilmediği zamanlarda insanların herhangi bir şeyi yaparken tam manasıyla kendilerini yaptıkları işin merkezinde hissettiklerini düşünüyorum. Mesela herhangi bir okuma yapacakken damıtma yapmadan, her satırı hissederek okumaktan bahsediyorum. Şimdilerdeyse daha çok göz gezdiriyor gibi bir halimiz var gibi hissediyorum. “Eee, sadede gel artık.” Derken bulabiliyorum bende kendimi roman okurken çoğu kez mesela.
Resim yapan insanlar, uzun mesafe yüzücüler, kaya tırmanışı yapanlar, satranç oyuncuları ve başka faaliyetlerle meşgul olan insanlar gözlemlendiğinde yaptıkları şeye bayıldıkları gözlemlenmiş. Ve böylesi sıra dışı odaklanma becerisi gerektiren şeyleri yaparken nasıl hissettikleri sorulmuş. Neredeyse hepsi aynı cevabı vermiş: “Kendimi akışa bırakıyorum.”
Aslında sanıyorum olay tam olarak akışın içinde kalmak. Bitiş çizgisine varmaktan ziyade akışın içinde kalmak, akışa devam etmek.
Ve burada önemli bir noktaya değinmek isterim. Akış haline ulaşmak için bilinmesi gereken üç ana bileşen var, kendim de oldukça faydalandığım için burada da bahsini geçirmek istiyorum:
- Açık seçik tanımlanmış tek bir hedef belirlemek. Ama tek olması oldukça önemli. Yani yola çıkarken diğer hedefleri bir kenara koymak ve yalnızca birine odaklanmak. Zira çoklu görevin akışı öldürdüğü defalarca kanıtlanmış.
- Sizin için anlam taşıyan bir şey yapıyor olmanız gerekiyor. Aksi halde dikkatinizin çabucak dağılması elzem. Unutmamak gerekir ki “bir kurbağa yiyemeyeceği bir taşa kıyasla yiyebileceği bir sineğe daha uzun süre bakar.”
- Becerilerinizin sınırında duran ama ötesine geçmeyen bir şey belirleyin. Hedef ne fazla kolay ne de fazla zor olmalı.
İki durum arasında seçim yapmak gerekiyor: Ya parçalanma ya akış.
Konunun özüne yani esas soruna tekrar dönecek olursak tüm bu hayatımızı bizden azar azar alan, her yıl büyümemiz ve hızlanmamız gerektiğini savunan bir düzende, stresimizi azaltma aracı olarak gördüğümüz sosyal medyayla olan ilişkimizi böylesi bir noktadayken dikkat ve odaklanma becerimizi geri kazanmamız nasıl mümkün olabilir?
Çalınan dikkatimizin bize geri verilmesinin bir çözümü var mı, bilmiyorum. Bu konuda Johann Hari, çok ilginç gelen ve gerçekleşmesi oldukça güç bir öneri sunuyor. Bütün bu hayatımızı bizden çalan şirketlerin kamu mülkü haline gelmesi gerektiğini söylüyor. Yani aslında şirketlerin bizden çaldıkları dikkatimizi devletin bize geri kazandırmasını öneriyor. Bu oldukça ilginç. Öyle değil mi? Ayrıca yazara katılmadığım nadir noktalardan bir tanesi. İçinde bulunduğum ülkede böyle bir şey gerçekleşse neler olabileceğine dair düşüncelerim beni oldukça kötü hissettiriyor mesela. Karşılığındaysa bir çözüm yolu sunamıyorum, maalesef.
Yazımın sonunda en başa dönüp Johann Hari’nin attığı son tweete bakacak olursak, evet, bence de herkes daha az tweet atsın. Ve evet, hakikaten hayat odaklandığımızda çok daha güzel. En azından kişisel çabamızla bir nebzede olsa yapabiliriz. Uzaklaşabiliriz, en azından bazı durumlarda.
Herkese akışta hissedeceği, esin verici güçlerle donatılmış bir hayat dilerim. Daha insancıl şartlar altında yaşayacağımız bir hayat. Belki o zaman mümkünleşir toparlamak.
- Çalınan Dikkat – Johann Hari
- Metis Yayınları
- 320 sayfa
- Çeviri: Barış Engin Aksoy