“Bir insanı sevmekle başlar her şey.”
Burgazada denilince akla gelen ilk isim Sait Faik Abasıyanık’tır galiba. Burgazada’da vapurdan inenleri de Sait Faik heykeli karşılıyor.
Sahilde kime sorsanız Sait Faik’in evini tarif ediveriyor ve adanın güzel sokaklarına, evlerine baka baka on dakika yürüyünce de üç katlı beyaz ev karşınıza çıkıveriyor.
Sait Faik Abasıyanık, Türk Edebiyatı’nın önde gelen hikâye yazarlarından birisidir. 1906’da doğan yazarımız 1954’te aramızdan ayrıldı. Geride onlarca hikâyesini bıraktı. İnsanı, denizi, doğayı, insan ilişkilerini, insanın hallerini anlatan Sait Faik hikâyelerinde toplumsal analizlerden ziyade bireyi anlamaya çalışmıştır. Kahvede oturan bir adamın heyecanla bekleyişine tanık olursunuz mesela, yolda soru sorulan o kişi oluversiniz; süte de sitem eder mi insan, Sait Faik’le edersiniz. Bunları yalın bir dille ve iki üç sayfada anlatıverir üstelik. Sıradan insanın da anlatılacak bir hikâyesi olduğunu, insanın illaki büyük büyük olayların kahramanı olması gerekmediğini Sait Faik okudukça fark edebilirsiniz.
Yeniden Burgazada’ya dönelim. Adanın güzel sokaklarına baka baka üç katlı beyaz evi bulduysanız, kapısındaki tabelayı okumakla başlayalım önce. Sait Faik Abasıyanık Müzesi. 1959’da yani Abasıyanık öldükten kısa süre sonra evi müzeye dönüştürülmüş.
Bahçesine girer girmez sizi meydandaki gibi Sait Faik’in heykeli karşılıyor, yalnız bu kez oturuyor. Küçük, yeşillikler içindeki bahçesine müzeye gelip gidenler bir şeyler yazıp asmışlar.
İçeride Sait Faik’e ait eşyaların içinde, adanın sessizliğinin verdiği havayla da olsa gerek, kendinizi 2000’li yılların dünyasından soyutlanmış hissediyorsunuz. Sait Faik’e ait fotoğraflara, nüfus cüzdanına, pasaporta, uçak biletlerine, el yazmalarına, kalem takımlarına, yatağına, çalışma masasına sadece Sait Faik’in kişisel eşyaları olarak değil, bir dönemin yaşam tarzının simgeleri olarak da bakılabilir. 1940’larda uçak biletleri neye benzermiş görebilirsiniz örneğin.
Öte yandan, ister çok sevin ister henüz hiçbir hikâyesini okumamış olun, bir yazarın bir zamanlar ekmek aldın mı, hadi yemek hazır, kapı mı çaldı gibi cümlelerin yankılandığı; yemek yapılıp bulaşıkların yıkandığı, penceresinden dışarı baktığı, merdivenlerinden çıktığı, ezcümle günlük, sıradan bir hayatın aktığı bir evde şimdi bir müze ziyaretçisi olarak bulunmak insana tuhaf bir burukluk veriyor. Ama düşünüyorsunuz, belki de tam bu basamakta bir hikâye geldi aklına, hemen yazı masasına koştu anlatmaya başladı. İşte o yazı masası.
Hemingway’ın Çanlar Kimin Çalıyor’u, İhtiyar Balıkçısı var masada. Yanında kendi kitabı Mahalle Kahvesi. Sonra çatı katına çıktı. Evin topyekün mütevazılığının tek istisnası olan deniz manzarasına bakarak belki kahvesini, belki çayını içti. Sonra yine yazdı. Zaten o manzaraya bakıp yazmamak zor.
Bir önemli noktayı belirteyim. Müzeye giriş ücretsiz. Giriş katında küçük bir ofis var. Orada magnetler, kitap ayraçları ve Sait Faik’in hikâye kitapları satılıyor. Geliri Darüşşafaka Cemiyeti’ne gidiyor. Zira eserlerinin telif hakkı Darüşşafaka Cemiyeti’nde. Ben Mahalle Kahvesi’ni almıştım. Ve inanın süte sitem edebiliyor insan.