“Temelde yaşamaya büyük bir anlam yüklemiyorum. Her zaman kuşkuyla bakıyorum, kendi hayatıma da. Zamanın getirdiği yaşamalarda bir bitiş, bir tükeniş var.”
Türk edebiyatının Türkçeyi en güzel kullanan yazarlarından biri Vüs’at O. Bener. Onun öyküleri saf, yalın, incelikle işlenmiş ve olabildiğine gerçekçi. 2005 yılında kaybettiğimiz Vüs’at O. Bener’i Havva isimli öyküsüyle anıyoruz.
İyi okumalar.
Havva
Benim saçlarım yumuşak. Havva’nın saçları keçe gibi. Annem ustura ile iki defa kazıttı saçlarını uzasın diye, ama uzamadı, kısa kaldı. Burnu da öyle biçimsiz ki! Yamyassı. Tıpkı okul kitaplarımızdaki maymunun burnuna benziyor burnu. Hiç sevmiyorum onu. Pis, hırsız.
Annem, bu gün onu bir temiz dövdü. Tabi döver. Misafir odamızdaki güzelim halımızı kesmiş. Deli mi ne? Annem: “Kız niye kestin halıyı?” dedi. O. “Kuş var halının içinde,” dedi “Beyaz kuş. Onu çıkartacaktım.” Gördün işte kuşu. Bir “Tövbe tövbe ana” bellemiş, onu söyler.
Bari bir işe yarasa. Ne olacak görmemiş ki! Sen onu bırak, öteyi karıştırsın, beriyi karıştırsın sade. Miskin. Üstüne bir de ağır. Sekiz saatte bir bulaşığın içinden çıkamaz. Sonra da doymak bilmez. İyi vallahi!
Geçen gün de ne oldu. Annem misafirliğe gitmişti de. Evde yalnız kaldık bununla. Bizim komşu imamın oğlu Recep evimizin önünden geçti. Döndü gene geçti. Ondan sonra da oturdu karşı kaldırıma, şarkı söylemeğe başladı. Nasıl da bağırıyor pis pis. Bu da oturuyordu sedirde. Bir fırladı durup dururken yanımdan. Korktum. Sonra merak ettim, ne oldu buna diye. Gidip baktım arkasından. Mutfağa girmiş, pencereyi açmış el sallıyor utanmaz. Anneme söyleyeceğim ama. Görür gününü o. Lekeli entarimi sakladığım yerden çıkarıp anneme göstermesini biliyor ama. Ne yapayım. Dut lekesi işte. Çıkmadı. O kadar uğraştım. İnşallah başına bir bel gelir de kurtuluruz. Allahım şunu öldür.
Nasıl çıktı dediğim. Oh olsun! Kütük gibi şişti bacağı. Geceleyin asmadan üzüm koparmağa çıkmış, düşmüş, doğru idare lambasının üstüne. Cam kırıkları ayağına girmiş hep. Aptal.
Babam da çok merhametli. Kalktı bu çirkin kızı İstanbul’a götürdü. Yalnız kaldık. Annem gizli gizli ağladı.
Bir aydır rahatız. Keşke hiç gelmese bu Havva.
Geldi ama. İyi olmuş.
Annem dün dedi ki: “On baş soğan koysam bu kızın önüne yiyebilir mi acaba?” “Koyalım anne, bakalım yiyebilecek mi?” dedim. Koyduk. Vallahi bitirdi hepsini. Şaştık kaldık. Gözlerinden zırıl zırıl yaş akıyordu da gene yiyordu. Sonra annem: “Kız sigara da içer misin?” dedi. “İçerim,” dedi. “Al şunu iç hadi.” Meğer sigaranın içine tuz koymamış mı annem! Çatır çatır sesler çıkmaya başlayınca korkusundan sigarayı atıp öyle bir kaçtı. Katıldık gülmekten.
Sütçü Hacı bunun için bıçak çekmiş güya Recep’e. Bir de bu çıktı. Geçen gün annemin yanında da söylemez mi! Öyle kızdı annem. “Kız nasıl söz o öyle,” dedi. “Duymayım bir daha bak. Yoksa öldürürüm seni.” Annem öyle dedi, ama o gene bana: “Vallahi bıçak çekti kız,” diyor.
Annem bir yere gittik mi onu eve kilitler. Yoksa alır başını gider. Bir gün az daha ölüyordu. Annem çamaşırlığa kilitlemişti de. Maltızda kömür varmış. Akılsız pencereyi açıversene. Neler çektik. Sarımsaklı yoğurt yedirdik. İçim bulanıyor. Altına etmişti.
Fatmanım diyor ki: “Bu kız kedi canlı, gebermez.” Haklı. Domuz gibi yiyor. Ama ne versen. İki tanecik misafir şekerini anneme söylemeden aldım diye, on değnek yedim avcuma. Onun yüzünden. Nereden de görmüş fesat.
Annem de tuhaf ama. Başını dizlerime koyuyor, öyle yatıyor. Bazan da dizime daha çok bastırıyor gibi geliyor bana. Dizim çok ağrıyor ama çekemiyorum. Yüzüme öyle tuhaf tuhaf bakıyor ki!
Sonra bir gün kapıdan dinledim. Babam anneme: “Aç ağzını tüküreceğim,” diyordu. Annem de: “A! Bey olur mu öyle şey” diyordu. Sonra babam kalın kalın güldü: “Denedim seni be!” dedi. “Sen ağzını aç bakalım bir kere, tükürecek miyim?” Şaştım kaldım. Neden böyle konuştular? Kaç kere anneme sorayım dedim, sonra vazgeçtim. Kapıdan dinlediğimi anlarlar diye. Zaten annemden ödüm kopar. Vururken sesini çıkarmayacaksın. Hele bağır. Ben bağırmıyorum ama ağlıyorum. O deli hiç ağlamaz. Avazı çıktığı kadar bağırır sade. Babam kaç kere: “Bu kız adam olmayacak, gönderiverelim köyüne gitsin.” dedi. Gitse de kurtulsak ya. Annem: “Acıyorum kıza,” dedi. “Kimsesi yok. Hem kuvvetli. İşime yarıyor. Nasıl olsa lazım biri.” Bari o kadar iyilik ediyoruz, o da uslu uslu otursa ya. Bir de tutturmuş karnım ağrıyor diye. Ağzı öyle fena kokuyor ki! Sonra iki de bir, solucan bulup beni korkutuyor. Bu yüzden iştahım kesildi. Anneme de söyleyemedim. Söylesem o da sürahimizi benim kırdığımı söyleyecek anneme. Halbuki Mestan kırdı sıçrarken. O kırmadı ama ben öyle dedim anneme. Ne yapayım ucunda sopa var sonra!
Havva üç gündür hasta. Evin içi leş gibi kokuyor. Ne yaptıksa kar etmedi. Alttan üstten gidiyor. Kimi sürgün dedi, kimi humma. Doktor da adını unuttum bir şey dedi. Allah korusun hepimiz ölürmüşüz. Sonra değil, dedi. Bereket ben okula gidiyorum. Kokudan durulmuyor yoksa.
Neyse onu kömürlüğün yanındaki odaya koydular. Babam evi badana ettirdi. Annem de günlük yaktı. Benim odamın duvarları yeşil. Ben bazan aşağıya inip penceresinden odasına bakıyorum. Çarpınıp duruyor. Kazık kadar kız ufalıvermiş. Ne oldu buna? Ama o ölmez ki. Gene iyileşir. Bacağını keseceklermiş İstanbul’da. Keşke kesselerdi. Otururdu bir köşede hiç olmazsa. Hep pis boğazı yüzünden başına bu belalar geliyor. Şimdi pişman olmuş kaç para eder. Annem sıkıştırdı da söylemiş. Çöplüğe attığımız yağ tenekesinin dibini sıyırmış, yemiş de ondan böyle olmuş. Komşular paslı tenekeden zehirlendi diyorlar. Annem: “Bir de okutsak mı acaba?” diyor.
Annem bu gün ağlıyordu. Zavallı annem. Beni çok döver ama onu çok severim. Kaç bayram kendi güzel elbiselerini bozdu da bana dikti. “Niye ağlıyorsun?” dedim. “Havva ölecek galiba kızım,” dedi. “Ona ağlıyorum.” Birden benim de içim doldu. Ben de ağlamaya başladım. “Havva ölecek ha! Ölmesin anne!” “Belli olmaz kızım. Her şey Allahtan. Hadi git ağlama.” Annem öyle dedi, ama ben ağladım. Sonra inip odasına penceresinden baktım. İki tarafına çarpınıp duruyordu. “Allahım ne olursun ölmesin,” dedim. Allahım öldürme onu! O gene çarpınıp duruyordu. Birden karnıma bir ağrı girdi. Bağırayım dedim, sesim çıkmazı. Ortalık da kararıyor. Olduğum yerde kalakaldım öyle. Neyse ki köpeğimiz geldi yanıma. Kuyruğunu sallayarak. Kafasını okşadım köpeğimizin. Sonra onunla merdiven başına kadar geldik. Karnımın ağrısı geçti.
Az sonra, annem, babam, doktor geldiler. Ben de kapı aralığından baktım. Doktor, Havva’nın koluna iğne yaptı. Havva bağırmadı. Üçü de durup beklediler. Babam çenesindeki sivilceyle oynuyordu. Sonra annem babamın yüzüne baktı. Babam eğilip doktorun kulağına bir şey söyledi. Doktor başını salladı. Sonra Havva’nın gözleri açıldı. Annem Havva’nın yanına gitti, yatağına diz çöktü. “Kızım Havva iyi misin evladım?” dedi. “Bak iyileştin artık. Canın bir şey istiyor mu? Ne pişireyim sana?” Havva baştan bir şey demedi. Sonra gözünü iri iri açtı: “Baklava,” dedi. Sonra da öldü.
Vüs’at O. Bener – Havva (Seçme Öyküler – YKY)