Bizler, şanssız çocuklar, edebiyatı bir hayât güzellemesi olarak deneyimlemiş, hayâtla bağlarını yitirmiş bir edebiyat anlayışıyla baş başa bırakılmıştık –ki- Franz Kafka tarihin içinden hınzırâne dil çıkardı bize. Birçoğumuz “absürt”ün ne demek olduğunu onunla öğrendik. Bir sabah korkulu düşlerden uyanan Gregor Samsa’nın kendisini devcileyin bir hamam böceği olarak buluşunu hayranlıkla okuyarak, hayâtın kendisiyle yüz yüze biraz geç olsa da gelebildik. Franz Kafka ise hayâtla ilk kez yüz yüze 3 Temmuz 1883’te geldi. Yer Prag. Tahmin edileceği gibi tuhaf bir çocuktu Franz Kafka. Kendisini daha o zamanlardan bir “böcek” olarak tanımlıyordu. Ama insan olmaya mecbur bırakılmıştı bir kez. Heidegger’in felsefesinden kavram çalmak gerekirse “dünyaya fırlatılmış”tı. Hukuk alanında eğitim alıp, edebiyat alanında kendini göstermeye başlayan Kafka’nın modern edebiyatın sembolü hâline geleceğini o zamandan kimse bilemezdi.
Kafka’nın ilk çatışkısı babasıylaydı. Despot bir sembol olarak “baba”, Kafka’nın kitaplarında da figüratif anlamda kendisine sıkça yer buldu. Daha sonra çatışkıların en büyüğü hayâtın rasyonelize yanıylaydı. Franz Kafka’nın yaşamaya dair keşfettiği şey, onun sapık bir döngüsellik içinde olduğu, rasyonalize edilemeyeceği ve kendinde saçma olduğuydu. Ve bütün edebi kişiliği, bu temel çatışkı üzerine kurgulandı. Bu edebi eğilim Franz Kafka ile birlikte 20. yüzyılın edebiyatçı filozoflarınca da sergilenmişti. Annesinin ölüm haberine oldukça tepkisiz kalan Meursault’nun yaratıcısı Albert Camus ya da Bulantı’nın mucidi J.P. Sartre. Ve elbette Dostoyevski. Absürt edebiyatın hızla yükseldiği bu dönemde Franz Kafka’nın tarzı diğerlerinden hemencecik ayrılıyordu. Çünkü o, işin varoluşsal kısmıyla olduğu kadar, yaşamsal kısmıyla da ilgilendi. Kafkaesk ekolün biricikliği de buradan geliyordu…
Kafkaesk, yalnızca bir edebi eğilim değil, bir bürokrasi eleştirisi gibiydi. Yalnız bürokrasi olsa yine iyi, yaşamın kendisinde var olan tüm ilişki biçimlerini, kendi döngüselliği yüzünden absürt sayabilecek bir ekoldü Kafkaesk. Bize edebi bir haz vermekle kalmıyordu Franz, bunun yanında yaşama ilişkilerine dair bir şeyler söylüyordu. Ama elbette her şey buradan bakıldığı gibi mükemmel değildi Kafka için. Fırtınalı bir Milena aşkında, onun ne kadar yüzeysel olabileceğini de görüyorduk. Aşk meselesi, Kafka’yı bile hayâtla kavgası olmayan ama hayâtın içinde kavga edebilen birine dönüştürebiliyordu. Ama neyse ki, oradan bile bir edebiyat üretmeyi başarabildi Kafka. Onun Milena’ya mektupları, tüm zamanların en derinlikli aşk mektupları olarak hâlen kitaplıklarımızın baş köşesindeki yerini koruyor.
Ve sona gelinirken, Kafka’nın herhalde ki uzun bir hayât süreceğini beklemiyordunuz. 3 Haziran 1924’te henüz 40 yaşındayken bir dizi hastalık sonucu hayâta gözlerini yumdu Kafka. Ardında ise aşağıdaki gibi kült bir eser listesi bıraktı: (Buraya bir parantezle Max Brod’a teşekkür etmeliyiz. O olmasaydı belki de, Aman Tanrım!)
- Dönüşüm
- Dava
- Şato
- Yargı
- Babaya Mektup
- Açlık Sanatçısı