Bir zamanlar kendi kişisel sitem için yapmaya karar verdiğim aylık okuduklarımı inceleme işini Ne Okuyorum?’a taşımaya karar verdim. Bu çok önemli bir şeymiş, herkes neden okuduklarımı anlatmıyormuşum da bir açıklama bekliyormuş ve ben onlara bir cevap verme gereksinimi hissediyormuşum gibi oldu. Olsun. En son öneri yazımı ne zaman yazdığımı da hatırlamıyorum zaten. Gerçi o zamandan bu zamana geçen süre içerisinde çok şey oldu. Bu yazıları biraz da iç dökme niyetine başladığımı hatırlıyorum. Belki de iç dökmekten vazgeçmişimdir. Bilemiyorum. Neyse.
Bu ay başında işimden ayrıldım. İstifa ettim. Zorlu bir süreçti. Okumaya ve yazmaya, sadece bunlar üzerine düşünmeye karar verdim. Bu zordu ve insanları buna ikna etmem zaman aldı. Bu bambaşka bir yazının konusu aslında. Okuyamıyordum, yazamıyordum, beni hayata bağladığını hissettiğim bu çok önemli iki eylemi yeniden hayatımdaki layık olduğu yere koyabilmem için bir şeyler yapmam gerekiyordu. Bazı riskler almalıydım. Sancılı süreçler yaşandı. Sağlığımda bozulmalar oldu. Düşündüklerimi eyleme geçirmem gerektiğini de bu noktada anladım. Sağlığım kaybolduktan sonra kazandığım paranın bana nasıl faydası olabilirdi ki?
Dün gecenin ilerleyen saatlerinde izlediğim dizide (Marvelous Mrs. Maisel) şöyle bir sahne görünce biraz daha anlama bindi düşüncelerim: Mrs. Maisel’in babası Abe, büyük bir hevesle başladığı gazetecilik işinden ilk maaş çekini alıyor. Aldığı para o kadar komik ki, Maisel’le konuşurken o paranın iki yumurta, biraz tuz ve yarım havuç alabildiğini öğreniyor. Buna oturup gülüyorlar. Sonrasında Abe şunları söylüyor: “İşim harika ve o insanları seviyorum. Farklılar, zekiler. Fakat en komiği de ne biliyor musun, beni seviyorlar.”
Bu yazının ana konusuna dönelim. İç dökmeleri geride bırakalım. Her biri ayrı bir yazının konusu olmaya layık bu ay başından beri okuduğum dört kitaptan sizlere bahsedeyim.
1. Bir Katilin Güncesi – Young-Ha Kim
Yetmiş yaşında demansa yakalanmış bir seri katilin hikâyesi.
Oldukça duygusal, kurgusal yönünde ise bizleri şaşırtmaya aday bir anlatı olduğunu söylemek istiyorum. Anlatıcımız Gim’in ağzından, nasıl seri katil olduğunu, kimleri nasıl ve niye öldürdüğünü, bu işten nasıl vazgeçtiğini ve nasıl yakalanmadığını dinlerken, unutmanın ne kadar yorucu bir serüven olduğunu anlıyoruz. Bir insanın geçmişini kaybetmesinin, geçmişinin onun kontrolü dışında yok olmasının aslında çok ürpertici ve çaresiz hissettiren bir durum olduğunu dinliyoruz.
Gim’in hastalığının başladığı ilk zamanlarda, yaşadıkları şehirde yeni bir seri katil ortaya çıkar ve bu katil genç kadınları hedef almaktadır. Tesadüfen bir trafik kazası sonunda bu katille rastlaştığını düşünen Gim, kızı Inhi’yi koruyabilmek için türlü tedbirler alır. Katil olduğunu düşündüğü adamsa bir süre sonra onun etrafında görülmeye başlar, Inhi ona âşık olur. Hafızasındaki kopmalardan tuttuğu günlük vasıtasıyla ara ara kurtulan Gim, kızını, sevdiği adamın bir katil olduğuna ikna etmeye çalışır fakat bunu başaramaz. Böyle olunca bir karar alır, son bir cinayet daha işlemeye karar verir. Kızını korumak için elinden geleni yapacaktır.
Young-Ha Kim’in kaleme aldığı Bir Katilin Güncesi, metne sizi sıkı sıkıya bağlıyor. Onca çaresizlik içerisinde, içgüdüsel olarak kızını koruma telaşındaki bir demans hastasının yaşadıklarını, yapmayı göze aldıklarını okurken sürpriz bir sona kendinizi hazırlıksız bırakıyorsunuz.
2. Yenişehir’de Bir Öğle Vakti – Sevgi Soysal
Yeni romanımın hazırlıkları esnasında 70’li yılların romanlarına da göz atma niyetindeydim. Merve’nin ısrarlı önerisiyle okumaya başladım. Sizi iyi tanıyan bir hayat arkadaşınızın olması ne mühim. Birisinin sizi iyi tanıması da seni seviyorum demenin bir başka şekli.
Burada yazdığım iki üç paragrafın bu kitabı anlatmaya yetmeyeceğini ve haksızlık olacağını biliyorum. Daha sonra ayrıca bir şeyler yazmak istiyorum ama burada da bahsetmiş olayım. Okuduğumu düşünmesi bile mutlu eden bir kitap nihayetinde.
Soysal’ın hapishane günlerinde yazmış olduğu bir roman Yenişehir’de Bir Öğle Vakti. Kendisine Orhan Kemal Roman Ödülü’nü kazandıran kitabının ödül konuşmasında şunları söylüyor: “Ben Orhan Kemal’den neyi bilmediğimi, neyi öğrenmem gerektiğini çok iyi anladım. Ve hiçbir zaman Orhan Kemal gibi yazamayacağımı da anladım, olduğum gibi kalırsam. Ve yazamayacağımızı ve anlayamayacağımızı ve hep kendi kendimizi aldatacağımızı anladım. Zaten zaman değişti, Türkiye uyandı. Yalnız Orhan Kemallerin ya da namuslu bir kaç aydının fark ettiği şeyler olmaktan çıktı doğrular. Biz de, bütün kalın kafalılığımıza ve şımarıklığımıza rağmen öğrendik, öğrenmek zorunda kaldık.”
Ankara’da bir öğle vaktinde, devrilmekte olan bir kavak ağacını seyre dalan insanların etrafında dolaşan, birçok karakterli, sadece roman diyerek kısıtlamanın mümkün olmayacağı bir eser Yenişehir’de Bir Öğle Vakti. Dinlediğimiz her karakterin gözlerinden yaşama, Türkiye’ye, kendilerine, etraflarına, onca hengamenin arasında görmediğimiz şeylerin çokluğuna şahit oluyoruz. Sevgi Soysal, dönemin siyasal, ekonomik ve toplumsal yapısını bizlere yapmacıksız, eğmeden bükmeden anlatıyor, tokat yemişe dönüyoruz. Kadın-erkek, zengin-fakir, köylü-kentli…
Dönüp dönüp kendimi Olcay, Ali ve Doğan’ın kendi aralarında yapmış oldukları sohbetleri düşünürken buluyorum. Çok kıymetli bir hazineyi keşfetmiş gibi şanslı hissederken, ülkemin hiçbir zaman kurtulamayacağı hastalıkları olduğunu görmenin hüznünü beraber taşıyorum. Muhakkak okumalısınız.
3. Beşerbazın Mârifeti – Arlin Çiçekçi
Beşerbazın Mârifeti, bir ilk roman. Arlin Çiçekçi, bu ilk romanda iyi bir hikâye anlatıcısı olduğunu 224 sayfa boyunca bize defalarca kanıtlıyor.
Roman boyunca dünya coğrafyasının farklı bölgelerine, dünya tarihinin farklı zamanlarına, günümüze, geçmişimize ve hayal dünyası geniş insanların rahatlıkla kabullenebileceği gelecek tasavvurlarına uzanıyoruz. Kâh Fransa’ya, kâh geçmiş Beyoğlu’na Pera’ya, kâh Fas’a Marakeş’e, bazen de gelecekteki İstanbul’a gidiyoruz. Bu çok zamanlı ve yerli yolculuklarımız esnasında da, birçok farklı karakterin kendi hikâyesine konuk oluyor, bu konukluğumuzun merkezinde yer alan Atlas’ın iki dünyayı kurtarma çabasına, bir sürreal maceraya katılıyoruz.
On sekizinci yaş gününde eline geçen bir mektubun peşinden uzak coğrafyalara koşan Atlas, hepimizin aklında soru işaretleri doğuracak hayat sonrası yaşantının sırlarını keşfediyor. Bir antika dükkanında başına gelenlerle beraber, çok katmanlı bir arayışın içinde buluyor kendini. Dünya ve öte dünyaya cennet-cehennem tasvirinin insanın kendisinden doğduğu temelinde ilerleyen anlatının çokça bilinmeyeni var. Okurken birçok karakterin hayatına konuk oluyoruz. Van Gogh, Jean d’arc’tan tutun 19. yüzyıl Osmanlı’sında yaşamış kahramanlara kadar. Nefreti Beyoğlu’nu yakan, aşkı yüzyıl sonrasına dokunan, tahayyül sınırlarını zorlayan bir gelecek anlatısı.
Hikâyelerin birbirine eklemlenmesi, çözülmesi, bir nihayete ermesi. Okuruna vaat ettikleriyle gayet doyurucu bir roman Beşerbazın Mârifeti. İyi niyetle öneririm.
4. Ağaçlar – Hermann Hesse
Kitabın sonlarına doğru geçen şu cümle beni sıkıca yakaladı: “Yaşamak yalnız olmaktır.”
Birinci Dünya Savaşı sonrası ülkesini terk eden İkinci Dünya Savaşı’nda da hem faşist hem de antifaşitler tarafından yalnız bırakılan bir yazar Hesse. Yerleşmiş olduğu İsviçre’de misafirliği boyunca kaleme aldığı düşüncelerden bazılarında, bize içinde bulduğumuz günlerde de sık sık düşündüğümüz savaşın manasızlığı üzerine ufuklar sunuyor. Bunun yanı sıra somut nesnelerin de insan hayatı için önemli yerler kapsadığını, zaman geçirdiği ve onun hayatının büyük kısmına şahit olan odalarının bir dosttan fazlası olduğunu, büyüyüşüne şahit olduğu bir gül ağacının, erguvanın, kestane ağacının en az bir insan kadar şeye şahit olduğunu ve bunun küçümsenmemesi gerektiğini bizleri düşündürerek anlatıyor.
Yalnızca yedi gününü geçirmiş olduğu bir kasabanın ormanında yazmış olduğu şiirlerin, o şiirleri yazarken hissetmiş olduklarının, ormandan kasabaya dönerken kopardığı bir gülün, akşam yemeğini yediği restoranın, oradaki insanlarla yapmış oldukları konuşmaların, sonrasında sivrisineklerce donatılmış odasında vücuduna sirke sürerek karanlıkta geçirdiği o gecelerin tadını başka hiçbir şeyden alamayacağını, büyümenin yitip giden senelerdense artık geri döndürülemeyecek olan zamanların toplamından oluştuğunu anlatıyor Hesse. Bir yerde yaşarken orayı tanımlayamayacağımızı, ancak oradan ayrıldığımızda yerleri tarifleyebileceğimizi söylüyor. Bunu yaparken de çok başarılı anlatılar sunuyor.
Bir öğleden sonrası, sahilde yaptığım yürüyüş sırasında dinledim Ağaçlar kitabını. Anlatıdaki her ağacı zihnimde canlandırdım. Esen Alize rüzgarlarını, ıhlamur toplayan kadınları, olgunlaştıkça dallarından düşen şeftalileri, nice sert rüzgara ayak direyen ama bir nefesi andıran cılız rüzgârlarda yapraklarından vazgeçen ağaçları.
Her mânâda derin, düşündürücü bir seçme Ağaçlar. İyi niyetle öneririm.