Bazen uzaklaşmak isteriz; her şeyden, kentten, sevdiklerinizden ve hatta kendimizden. Sonra gittiğiniz yerde, yani uzaklarda, aslında Gustave Flaubert‘in belirttiği gibi, koca bir dünyanın nasıl küçük bir parçası olduğumuzun idrâkine varırız. Gezmek; bazen dudak bükülen, salt keyif/aylaklık olarak algılanan, hakikatte ise hakkı verildiği takdirde en büyük hayat deneyimlerinden birisi olan bu yorucu eylemin ateşleyicisi ne olabilir?
Evliya Çelebi, o büyük gezme tutkusuna önce İstanbul’la, neredeyse tüm sokaklarını arşınlayarak başlamıştı. Ancak o da fark etti ki, İstanbul’u bilmek için Bizans’ı, Bizans’ı idrâk için Roma’yı, onu da anlamak için Helenistik dünyayı, İyon şehir devletlerini, Hitit’i, Sümer’i, Babil’i, Asurları da içeren tüm bir Anadolu ve Arap topraklarını, Çin’i, Rusya’yı, yani hülasa başka coğrafyalara ulaşmak gerekiyordu. Gitti Çelebi, Bizans sınırlarına ulaştı, yetmedi; yine gitti, basmadığı toprağa ulaşmak neredeyse imkansızdı ve bugün Evliya Çelebi’nin Seyahatnameleri en önemli edebi eserler formuna büründü.
“Ev, yuva, pembe panjur, nohut oda bakla sofa… Kendimi bildim bileli bunlar, bana huzur veren kavramlar değildi. Duruyorken nefes alamıyordum ben. Belli bir yerde durmak, ölümü kabullenmek gibiydi sanki. İki hafta aynı yerde kalsam, ömrüm iki hafta kısalmış gibi geliyordu. Evet durduğum yerde de yaşayabilirdim belki…Ama uzun yaşamak! Bunun için kesinlikle gitmem gerekirdi.”
Burak Akkul gezme nedenini bu sözlerle açıklıyor. Durağan halin boğuculuğunu özellikle haklı olarak vurguluyor. Gezmek, aynı zamanda entelektüel faaliyetin, merak duygusunun yitirilmemesinin kitap kadar ve belki de ondan da fazla yöntemlerinden birisi. İlber Ortaylı‘nın yazılarında, bilhassa da son kitabı olan “Bir Ömür Nasıl Yaşanır?”da sıklıkla belirttiği gibi, gençken ve imkân varken gitmek ve hele de ilk kez bir kente gidiliyor ise durmadan dinlenmeden, akşam da buna dahil olmak üzere gezmek gerekiyor. Ancak, maalesef yalnızca ülkemizde değil, çoğu yerde gezi bir lüks olarak görülüyor. Bunun bir çok nedeni olmakla birlikte konforun alışkanlık haline gelmesi, grup halinde yaşamının kolaycılığı, biz de yalnızlığa olumsuz anlamlar yüklemeler bunlar arasında sayılabilir. İlber Ortaylı da, takipçileri iyi bilirler ki, sıklıkla bunlardan haklı olarak bahseder. Bazen günlerce kalınan uykusuzluk halleri, taşıtlara yetişmeler, bazen bir müze için saatlerce beklemeler, özellikle Uzakdoğu ülkelerinde yaşanan besin sıkıntıları ve bunlara dair önyargılar birleşince kişi, mevcut durağan konforlu halinden sıyrılmak ve meşakketli yola girmek istemez.
Gezmenin kendisine göre yöntemi hatta adâbı vardır. Mutlak gezilmesi gereken müzeler, inanç merkezleri ve buralarda nasıl davranılması gerektiği vb. Gezinin amacı, ne maksatla gidildiği, kimin size eşlik ettiği, hepsi bir gezi kadar mühim olanlardır. Burak Akkul günümüzün popüler gezi insanlarından. Tıpkı Serkan Ocak ya da sosyal medya’daki gezi blog yazarları gibi bilinen birisi. Geçmişten beri televizyon dünyası içerisinden gelmesi, bir kısım show proğramlarının metin yazarlığını yapmış olması, bu tanınırlılığını daha da arttırmış durumda. Haftasonları Teve-2 kanalında yayınlanan ve zaman zaman eşi Seda Akkul’un da uyumlu bir şekilde eşlik ettiği gezi formatlı proğramıyla da beğeni toplamıştı. Burak Akkul, gezi programı tecrübesini ve bilgi toplamlarını şimdi de yazıya dökerek kitaplaştırdı. Hürriyet Kitap Yayınevi‘nde Ağustos ayında çıkan “Çok Gezenti” kitabı, görsellerle beslenen ve gittiği her ülkeye ilişkin kısma geçmeden önce kısa öykülerle de süslenen, oldukça akıcı bir kitap.
Bunun nedenleri arasında kuşkusuz Burak Akkul’un eğlenceli, hayatı çok da ciddiye almayan üslubunun da etkisi var. Kitap akıcı dil ile birlikte zengin görsel ve haritalarla da bezeli. Ayrıca ele alınan ülkenin farklı yönleri ve bazı bilinmeyenleri de okura sunulmuş. Bu kâh edebiyata ilişkin olabiliyor, kâh yemek kültürüne. Kitabın başlangıcında Burak Akkul işte yukarıda bahsettiğimiz gezilerinin amacını açıklıyor. Ona göre turistik bir yeri, orayı yarım saatliğine gezen bir yabancı gibi gezmek yerine, orada evin önü olan kadını, adamı, çocuğunu da düşünerek gezmek gerektiğini belirtiyor. Dolayısıyla, Kazablanca’daki dev camiyi arıyor, buluyor, seyrediyor, fotoğraflıyor, kameraya kaydediyor; ancak camiden çıkan uzun, beyaz sakallı yaşlı amca neler yaşamış, neler yaşıyor, bunları da düşünüyor. Yani seyahatte ne gördüyse benliğine katmak, onlardan farklı bir ben yaratmak amacını taşıyor.
Kitap “yolculuk” başlığıyla başlayıp, “dönüş” kısmı ile bitiyor. Kitabı okuduğunuzda sanki bir dünya turu yapmış oluyorsunuz. Yolculuk kısmında dedesinin Kırklareli’ne Balkan harbinden sonra yerleşmesi, ardından babasının sıcak süt, ekşi maya, yoğurt işine girmesi nedeni ile üzerine sinen kokudan başlıyor. Her gün mandırasının sütü kokusuyla eve gelen baba. Annesi Muhsine Hanım’ın “Aydın ceketine koku sinmiş yine” dediği o günlere. Selim İleri’nin kitaplarına konu edinilen o nostaljik güzel aile günlerine. Kokular büyüyünce gitmiş ve kaldığımız bu diyarlarda bu kokuyu bir daha bulamayacağımız o korkuya, kokuyu bulamama korkusuna gelinmiş. Bir gezmek nedeni daha! Şehirlerde belki kokuyu bulmak. Ardından Burak Akkul’un doğum hikâyesini anlatan ve kitaba konulan o mektup.
Kitap ilk olarak o güzelim Paris ile başlıyor. Hikaye sokak ressamı Jen ile akıp, ressamların dizi dizi konuşlandığı Montmarte Tepesi ile devam ediyor. Ve kitapta sık sık gördüğümüz ince, güzel ayrıntılardan birisi karşımıza çıkıyor: “Amelie” filminin 74. dakikasında küçük çocuğun Montmarte merdivenlerinde Amelie’yi arayan genç adamı görmesi. Bu bilgi tıpkı 1925 yapımı Sergey Eisenstein’ın “Potemkin Zırhlısı” filminin bize Odessa merdivenlerini hatırlatması şeklinde bir etki yaratıyor. Ve kitapta sıklıkla yer alan fotoğraflar kısmında Paris’in payına düşenler: bir gelin gibi beyazlara bürülü “Sacre de Coeur Bazilikası”, “Moulin Rouge”, “Pompideu”, “Bourgeois Bulvarı”, 1248 tarihli “La Saint Şapeli”, büyük kısmı yansa da hep baştacı “Notre Dame”, Napoleon Bonaparte’ın mezarının da bulunduğu “Invalides” ve “Louvre”ler, “Orsey”lar. Ardından bir başka sevdiğim ülke Bulgaristan çıkıyor karşımıza. Sıralı halde “Vitosha Caddesi”ndeki satıcı, 1912’de hizmete açılan Ortodoksların en büyük katedrallerinden “Aleksandr Nevski Katedrali”, ardından o güzelim şehir, bizim “Filibe” dediğimiz, Bulgarlar’ın güzel incisi “Plovdiv”. Kitap bu arada nasıl 39. sayfaya ve Küba’ya geldi şaşırıyorsunuz, akıcılık bağlamında. Sıradaki Küba! Fidel Castro’nun ölümünden sonra “hemen gezin, kapitalizm girince işin içine, eski otantikliği biter, Mc donalds’lar türer” denilen Havana’ya, Pınar Del Rio’ya, Vinales Vadisi’ne, Trinidad’a. Bilmediklerimiz arasında Kübalı sanatçı “Jose Fuster”in, İspanya ziyareti sırasında “Antonio Gaudi”nin eserinden etkilenerek, Barcelona’daki Gaudi’nin Guell Parkı’nın minyatürünü yaptığı yerin fotoğrafı. Ve bilmeyenler için yine ilginç gelecek olan Küba pezosunun turistlere uygulanan para birimi olan “CUC” ile Küba halkının kullandığı “CUP” şeklinde iki farklı para birimi olarak kullanımı.
Sonra Sırbistan! Nikola Tesla hakkında kısa bir bilgiden sonra uzaktan o büyük ihtişamıyla “Aziz Sava Katedrali”, tarihimiz için de önemli Kalemegdan, Hotel Moskova, Skadarlija. Sıradaki: Hollanda. Amsterdam’da sıklıkla karşılaşılan Free Hug’cular, yani karşılıksız sarılanlar. Bunların temel felsefeleri aktarılıyor, yani Denizli’de oturan bir kişinin John Travolta’yla tanışma ihtimaline, bunun sırrı kitabın içinde. Sonra Lübnan. Başlangıçta trajik bir olay anlatımı. Sonra fotoğraf karesinde benim de çok etkilendiğim Harissa bölgesi. Corniche Al Manara ile Jeitta Mağaraları ve tabii ki, Lübnan mutfağı! Ardından az bilinen coğrafyalar: Tayland, Hong Hong, devam ediyor. Kitapta bu ülkeler dışında, Dubai, Berlin, New York, Barcelona, Liverpol, Kopenhang, Karadağ, Budapeşte, Slovenya, Fas, İskoçya, Japonya, Londra’ya ilişkin de bilgiler mevcut. Özellikle Slovenya’nın yetiştirdiği büyük şair “Doktor Franz Preseren”in kavuşamadığı aşkı Julia’ya yazdığı şiirler ve bu kavuşamamanın dokunaklı hikayesi. Karşılıklı büstlerinin Preseren meydanında bulunması ve buradan çıkan temel değişmez yargı: Büyük yazarların eserlerini felaket dönemlerinde çıkartmaları. Bu Rus edebiyatının Tolstoy, Dostoyevski gibi ustalarının karşılaştığı toplumsal ve siyasi felaketler olabildiği gibi, Preseren örneğinde olduğu gibi kişisel dramlarla da olabiliyor. Kitap bu akıcılıkla bizi sürüklüyor, gidiyor.
Kitaba dair eleştirim ise, daha önce yazarın gittiğini bildiğim bir kısım yerlerin bu kitaba eklenmemesi olabilir. Örneğin gezdiğim en etkileyici ülkeler olan bir İran, özellikle de İsfahan, Mısır, Özbekistan, Registan, St.Petersburg, Selanik, Kazan gibi yerler. Bunların yazarın serisi takip etmesi muhtemel kitaplarında işlenmesi ümidini muhafaza ediyorum. Sözü tekrar yazara bırakıp:
“Farklılıklar, alışık olduğumuz yapı merkezli meselelerinizi, dertlerinizi, tasalarınızı unutturacaktır size. Ve farklılıklar standartlarınızın dışında olup aklınızda daha kuvvetli kalacağı için hayatı daha fazla anıyla hatırlamanızı sağlayacaktır. Kişi, tek ömrü içinde hayatını, ancak normalin dışındaki bu anlarda uzatabilir…Zaten bir tane olan ömrü uzatmayı kim istemez ki? Hayal ettiğin o kırları saçlarında görmeden git…”
- Çok Gezenti – Burak Akkul
- Hürriyet Kitap Yayınevi – Gezi
- 264 sayfa