Henüz çocukken, yani zamanında benim için verdikleri emekleri göremeyecek yaştayken, annem her şeyden önce insanın kendi yaşadığı şehri ve ülkeyi karış karış gezmiş olmasının önemli olduğunu söylerdi. Belki de kişiliği oluşturan şey odur. Bildiğin sınırlar içerisinde bir alan, ne kadar güçsüz hissettirebilirdi ki? Bu sebeple hafta sonları ailem benim en tatlı gezi ekibimdi. Topkapı Sarayı, Yerebatan Sarnıcı, Ayasofya Müzesi, Rahmi Koç Müzesi diye uzayıp giden bir listeyi işte o yaşlarda gezip görüp tamamlamıştım. Gezerken beni diğerlerinden ayıran bir özelliğim olduğunu orada fark etmiştim. İnsanlara dokunmak konusunda temkinli olan ben tarihe temas etmekten çok hoşlanıyordum. Duvarlara, kolonlara, taşlara veya tarihin kazındığı o tabelalara… Bu durumu şimdi düşünüyorum da sanırım yüz yıllar önce buralara dokunan insanlarla iletişim kurmak gibi bir düşünce filizleniyordu içimde. Buradayım, der gibi bir iletişim şekliydi. Çok sonraları Edgar Allan Poe okumaya başladığımda bu anı bir cümleyi okuduğumda yeniden hatırlamıştım: “Zihin ancak sıra dışılıkta kendine yol bulur.” Kendimi tamamlanmış hissettiğim yerdir.
Kayahan Demir’in kitaplarından henüz ikinciyi okuyorum fakat bu tarihe dokunma hissini buram buram hissetmeye devam ediyorum. Genç Timaş Yayınları’nın polisiye kategorisindeki şubat ayı kitabı Kayıp Sırlar Muhafızı, Kayahan Demir’in tarih ve polisiyeyi hazırlayıp gençlerin önüne sunduğu muazzam bir karışımın yeni eseri. Edgar Allen Poe her yaşımda haklı çıkmaya devam ediyor.
Anne, baba ve kız kardeşini aynı gün içerisinde kaybeden Beyoğlu zabiti hafiye Demirbey, yazar Demir’in girişte yazmış olduğu “Yaralar her zaman bedende olmaz,” cümlesinde olduğu gibi yalnızca bedeninde değil kalbinde de taşıdığı bir yara ile işini yapmaktadır. Kadı Efendi’nin yanında büyümüş olan Demirbey, onun da desteğiyle hafiye olur ve silahla değil zihinle çözülmesi gereken olayların aranan isimlerinden biri haline gelir. Bana arkadaşını söyle sana kim olduğunu söyleyeyim cümlesini haklı çıkaracak bir de arkadaşı vardır: Mucit Macit. Terzi dükkanını gizli bir laboratuvara çevirmiş olan Macit, kurşun geçirmez yeleği bulan ilk kişi de olacaktır ayrıca kitabın ilerleyen sayfalarında.
Büyükada’da bulunan Saatçi Arnavut Cevdet’in dükkanında dinamitle gerçekleştiği ortaya çıkan büyük bir patlamanın ardından soluğu adada alan ekip bir sırrın da ortasına düşer. Mizzi Markiz adında avukat fakat astronomiye meraklı olan banker bir adamın sarayına olan ziyaretleri esnasında hizmetçisi ve kendisini bağlanmış halde bulduklarında olayın aslını da öğrenmeye bir adım yaklaşmış olurlar.
Demirbey, mesleği içerisinde kendisine rakip olarak görmediğini söylediği ama bariz gördüğü, ünlülüğüyle bir adım önde gibi duran meslektaşlarına olan öfkesiyle ve kıskançlığıyla, mesleğini icra ederken duygularını kapının önünde bırakmak için gösterdiği çaba ve özveriyle adeta bizim gibi insandır. Öyle çok da kahraman gibi işlememiştir Kayahan Demir onu. Hatta Demirbey’in stili olarak gözüken sakallarını kesme şekli bile yaralarını gizlemek içindir aslında. Bu anlamda Kayahan Demir önyargıların kabataslak bir gösterimini de sunuyor gençlere.
Kadı Efendi, gizemli sırrın çözülmesi esnasında tarihi bir yolculuğun varlığını öngörüleri sayesinde hissedince şehzadeyi ve padişahı koruma altına alır. Hafiye Demirbey’imize de bir çocuk emanet eder: Agâh. Bu isim ne zaman ortama gelse, bilirsiniz orada bir sivri zekâ baş gösteriyordur. Gerçekten de öyle. Bu çocuk Kadı Efendi’nin deyimiyle adeta Demirbey’in çocukluğu, şimdiki haline gelene kadarki sürecin bir fragmanı gibidir. Meraklı soruları, silaha olan merakı, kendisini kısa süreliğine emanet ettiği insanların yanından kaçarak Demirbey’i olay yeri incelemelerinde takip etmesi… Bu halleri sanki Demirbey’i ben büyütmüşüm gibi “Ay aynı Demirbey!” düşüncesinin beynimde yankılanmasına sebep oldu. Demirbey’in de çelik yelek gibi giydiği mesleki bakış açısı duyguları sayesinde erimeye ne kadar gönüllüymüş… Agâh sayesinde yumuşayan kalbi yediden yetmişe herkesi ilgilendirecek o nasihati vermesinin de önünü açar:
“Agâh Efendi, şunu hiçbir zaman unutma: Gönlün içinden geçmeyen akıl beladır. Aklın üzerinde gönül olmalıdır. Salt akıl bomba yapar, dinamit yapar, insan öldürür. Biz hafiyelerin ilk görevi aklımızı gönlümüzün süzgecinden geçirerek mümkün olabildiğince kötülüğü engellemektir. Bunu sürekli belinde taşıdığın tabancayla yapamazsın! Eğer ileride çok başarılı bir hafiye olmak istiyorsan doğru düzgün kimsenin bilmediği o dili öğrenmek zorundasın: İnsanca dilini…” (sayfa 73)
Kayıp Sırlar Muhafızı, çocukluğumda çizdiğim rotanın bir benzerini çiziyor ve okurunu Topkapı Sarayı’nda, Büyükada’da, Pera Palas Otel’de gezdiriyor. Üstelik otelde karşılaşacakları küçük bir kız gelecekte bu kitabın yazarı Kayahan Demir’in de en büyük idollerinden biri olacak. İşte böyle bir sarmalın içerisinde kendimi bulduğum her an heyecanlanıyorum. Okurları bekleyen sürprizleri anlatırken bile anlatmamaya çalışmak epey zor. Şimdinin gençleri çok şanslı. Biz böyle şahane yazarlarla bir arada büyümemiştik. Ama bizim büyüdüğümüz yazarlar da onları büyüten yazarları büyütmüş oluyor. Bakın yine bir sarmalın içindeyim!
Kayıp Sırlar Muhafızı’na tıpkı benim tarihin duvarlarına elimi sürdüğüm gibi elini süren herkesin umduğundan fazlasını bulduğu, gezip dolaşmanın kıymetini gösterecek kadar tarihin bulunmaz kokusunu yaydığı bir süreç yaşamasını diliyorum. Sonrasında bu sürecin kıymetini de bilmeyi umuyorum. Heyecan hep burada ama her seferinde farklı fraksiyonlarda…
- Kayahan Demir – Kayıp Sırlar Muhafızı
- Genç Timaş Yayınları – Roman
- 192 sayfa