Saatler, Michael Cunningham’ın Pulitzer ve Pen/Faulkner Ödülü almış bir romanı. Roman Virginia Woolf’un hayatına göndermelerle bezenmiş. Onun hayatından nasiplenmekle kalmamış aynı zamanda eseri olan Mrs. Dalloway’den de beslenmiş. Romanda üç kadın karakter var. Ayrı zamanlarda ve koşullarda yaşayan ama aynı içerikli üç ayrı kadının bilinç akışı tekniği ile anlatılışını okuyoruz.
Öncelikle Virginia Woolf göze çarpıyor tabii ki. Beceriksiz bir yazar olmaktan öteye geçmediğini düşünen, yine de olağanüstü güzel şeyler yaratmak isteyen, çılgınlıkla toplum tarafından belirlenmiş sağlık sınırları arasında gidip gelen, insanların öldüğü, savaşların olduğu en çirkin zamanlarda bile kadınları anlatıp durduğu için kendine kızan bir yazar Virginia Woolf. Onu neredeyse hepimiz az çok biliyoruz. Nasıl Woolf, eve dair meseleleri anlatıp kadınlarla, kadınlık rolleriyle ilgili incelikli şeyleri işlemişse, Saatler romanında da buna benzer şeyler okuyoruz. Olmak istemediği noktada, soluklanabileceği alan yaratmaya çalışan iki kadın daha var. Yazar diğer iki kadının hikayesini Woolf’un yaşamına düğümlüyor.
Bu karakterlerden biri New York’lu editör, Mrs. Dalloway lakaplı Clarissa. Lakabı, onun Virginia Woolf romanı olmasının ipucu. Clarissa, bir çocuk gibi betimlenmiş. Öyle ki yaşının elli iki civarlarında olduğunu okuyunca bir kısa şaşkınlık anı yaşamıştım. Bana çocuk gibi tasvir edildiğini düşündürten şey ise, onun küçük şeylere olan hayranlığının açıkça anlatılmasıydı. Bir haziran sabahından bile sadece öylesine bir gün değilmiş gibi bahsedilmişti Clarissa’nın hikayesinde.
“Bir haziran sabahı hayatta olmak, sağlıklı olmak, neredeyse ayıp kaçan bir ayrıcalığa sahip bulunmak ve basit bir işten başka yapacak bir şeyi olmamak ne kadar heyecan verici, ne kadar sarsıcı.”
Bir özgürlük tutkunu Clarissa. Fakat haz alabildiği tüm bu küçük ve güzel şeyleri gizleme ihtiyacı da duymuyor değil. Elbet bu da toplum dayatmasından, çevre tepkisinden kaynaklı. Kadın olmanın gereğiymiş gibi, birtakım şeyleri içinde yaşamayı hayli güzel başarıyor Clarissa da diğer karakterler –kadınlar- gibi. Lakabının bile bir başka karakter olan Richard tarafından verildiğini okuyoruz. Clarissa, Mrs. Dalloway olmak istememişti ama hayır! Richard ona en çok yakışan roman karakterinin Mrs. Dalloway olduğu konusunda emindi.
Üçüncü kadın karakterimiz ise bir ev kadını, Laura Brown. Mrs. Brown, kitap kurdu olarak betimlenen, kendisi için yapmak istedikleri ile, kendisinden beklenenleri yapmak arasında gidip gelen bir kadın. Ondan iyi bir eş ve anne olması, kocasına güzel akşam yemekleri hazırlaması, ev işlerini toparlanması vesaire bekleniyor ama Laura, çevresine bir sınır gibi çizilmiş vasıflarından uzaklaşmak için, sadece birkaç sayfa kitap okuyabilmek için bir otel odası bile kiralayabilecek bir kadın. Yazar Michael Cunningham’ın bu karakterin doğuşunu şöyle anlatıyor: “Bilgisayarın önünde Clarissa Dalloway’i hayal etmeye başladım, arkasında yaratıcısı, Virginia Woolf duruyordu. Birden, nereden çıktıysa, Woolf’un arkasında da kendi annemin durduğunu hayal ettim. Biraz daha düşündükçe fark ettim ki, annem bu roman için gerçek üçüncü karakterdi. Annem bir ev hanımı, Woolf’un ‘evin meleği’ diye tabir ettiği türden bir kadındı ve kendini birçok ev meleği gibi kendi için çok küçük bir yaşam için kurban etmişti. Annem bana her zaman yakalanıp banliyöye hapsedilmiş bir Amazon kraliçesi gibi geliyordu. Sanki içine sığamayacağı bir mağarada yaşıyordu ama bir şekilde sığmayı başarıyordu işte.”
Üç karakter de gel-gitleri olan, çelişkili kadınlar. Yaptıkları işlerin beğenilmeyecek olmasından dolayı duydukları korku bahsedilen başlıca hislerden:
“… generallerin yitirdiği savaşlar ne anlama geliyorsa, Clarissa için de evdeki yenilgilerin aynı ölçüde yıkıcı olduğuna okuru ikna etmek.”
Her şeye, bir türlü kazanamadıkları özgürlüklerine, onları tatmin eden işlere olan uzaklıklarına, iyi olduklarını ve kendilerini sevdiklerini düşündükleri için eşlerine hayır diyememelerine, onlardan uzaklaşamamalarına rağmen tamamen umutsuz ya da depresif değiller. Bu, kitabın hoşuma giden özelliklerinden biri oldu. Hayat, önümüze önemsiz bir şeymiş gibi sunulmuyor.
“İşte normal bir dünya bu, bir film çekiliyor, Porto Rikolu bir oğlan bir lokantanın tentesini gümüş rengi bir sopayla kaldırıyor. İşte dünya bu, sen de onun içinde yaşıyorsun ve minnettarsın. Minnettar olmaya çalışıyorsun.”
Aynı zamanda saatler kelimesi üzerinde de çarpıcı bir oyun oynanıyor. Her karakter içinde bulunduğu saat üzerinde düşünmekten kendini alamıyor. “Bu saat geçecek, ve sonra bir diğeri başlayacak.” düşüncesi hakim. Kimi yerde bu durum yeriliyor, kimisinde seviliyor. Fakat umudun diri tutulduğu bir kitap.
Romanı cinsellik üzerinden yorumlayanlar olmuş. Bence bir hayli gereksiz ve önemsiz bir bakış açısı olur bu. Çünkü asıl işlenenin, belki de tekrara düşerek anlattığım gibi, cinsellikle bir ilgisi yok. Bunun haricinde anlatılmak isteneni düşünmeden, dümdüz okuduğunuzda da klasik fakat yine de etkileyici bir sonla karşılaşacaksınız.
İyi okumalar!
- Michael Cunningham – Saatler
- Can Yayınları
- 218 Sayfa
- Çevirmen: İlknur Özdemir