“Yaramaz bir toprak bu, ama sahip olduğumuz tek şey.” (sayfa 30)
Akıl almaz bir boşluktan size bu yazıyı yazıyorum. Kitabın son sayfasını okuyup kenara koyduğumda, kafamı taşıyamadığımı fark ettim ve arkama yaslanıp kafamı hep baktığımız o olağan yerden kaldırıp başka yöne çevirdim. Çok nadir bakmayı akıl ettiğimiz yer olan tavana baktım. Gördüğüm manzara bizi dış dünyadan biraz da olsun eve saklayan perdelerin tavana olan yolculuğuydu. İnanır mısınız, perdelerin desenine ilk defa bu kadar yakından baktığımı fark ettim.
Kitabın bende yarattığı bu birkaç dakikalık durumdan sonra şunu söyleyebilirim ki, kitap ne eksik ne fazla; işte böyle bir kitap. Yaşadığımız hayatta hep uzaktan gördüğümüz şeylerin yaklaştıkça aslında hiç de uzaktan göründüğü gibi olmadığıydı. Bunu ölümden korkan biri olarak yazıyorum. Bunu ilk defa açıklıyor olmak bir yana, aslında bu derece olağan ve gerçekleşmesi kaçınılmaz bir olaydan korkulacak hiçbir şey olmadığını anladım.
Uluslararası Man Booker Ödülü’nün finalistleri arasında yer alan Robert Seethaler’ın yazmış olduğu Toprak kitabı Regaip Minareci tarafından çevrilmiş olup Timaş Yayınları sayesinde bizlere ulaşmış bulunmakta. Arka kapağında yazılandan da anlaşılacağı üzere ölümün insan hayatındaki yerini konu alan Toprak, ölüm üzerine deneyim kazanmış, onun ne olduğunu tam anlamıyla çözmüş biri tarafından yazılmadı elbette. Hatta yazara bir röportajında ölümü sorduklarında şöyle demiş:
“Bu konuda fikrim yok. Ölümü tanımıyorum. Kimse tanımıyor. Sadece ölmenin nasıl bir şey olduğunu biliyor ve bundan korkuyoruz. Ölüm, ancak yaşarken düşünebileceğimiz bir kavram. Ölümle uğraşmanın sadece bir amacı vardır, o da bizi daima yaşama geri göndermesidir. Ya korkudan donup kalırız ya da yaşamımıza anlam ve değer katarız. Seçim bize kalmış.” (TKitap, Zeynep Kılıç)
Ölüm ne zaman birisine uğrasa bizim için hep erken bir ölüm olarak nitelendirilir. “Çok erken gitti.”, “Daha yaşayacaktı.” Ve daha zihnimize yer etmiş birçok cümle kurulmuştur ölenin arkasından. Peki ölüm bir son mudur? Robert Seethaler cümleleriyle bize ulaşırken aslında bir yolculuk bileti de uzatmış elimize. Ölülerin bulunduğu toprağın altına yolculuk bu. Çünkü onlar toprağın altında rahat uyumaları için sessizliğe terk edildiklerinde bizim onları terk ettiğimiz gibi terk etmiyorlar kitapta. Yattıkları toprağın üstünde kim geziniyor, mezarına gelip üzerine toprak atanlar ne düşünüyor, bunca zaman hayatlarında neyi yaptılar, neleri yapamadılar anlatıyorlar.
Ben size kolayca ulaşabileceğiniz bilgiler vermeyeceğim. Kaç sayfaydı, kaç öykü vardı ya da kaç ölüm, bunlar kimlerdi, isimleri neydi, peki ya mezarları neredeydi… Bu soruların cevabı kitabı okumadan önce bir kitapçıda elinize aldığınızda bile kendi başınıza öğrenebileceğiniz küçük ayrıntılar.
Peki bu öykülerdeki veya yaşamlardaki insanların bağlantısı neydi? Bir insan nasıl ölürdü ki? Seçtiğim üç ayrı öyküyü sizin için ama en çok da kendim için şöyle dökmek istiyorum ortalığa.
Martha Avenieu ve Robert Avenieu çifti. İki ayrı öykü ama karı-koca olanların ya da karı-koca olmak gibi bir amaçları olmayanların öyküsü.
Peş peşe gelen bu iki öykü içerisinde aslında kitabın basit olmadığını kanıtlayan birkaç nokta var. Görüldüğü üzere ortak bir hayat süren çift aslında bir binanın iki farklı penceresi gibiler. Aynı evde bir pencereye bakıyor olsalar bile biri uzayıp giden yolu görüyor bir diğeri ise yolda akıp giden o pis suyu. Bakış açıları farklı, istekleri farklı, düşünceleri farklı, birbirlerini sevmeleri bile farklı iki insan. Bu iki karakterden birisi kendi öyküsü sonunda büyük bir taşın altında ölürken kapıda kendisini bekleyen bir eşinin olduğunu bilerek yalnızlığa karşı verdiği savaşı yendiğini düşünüyor. Aslında kapısında beklediğini sandığı eşi ise ondan kurtulmak için gaza basıp pencereden gördüğü o yolun sonuna, ondan çok uzaklara gitmenin heyecanını harlıyor içinde.
“Tamamen farklıydık, düşüncelerimiz ve duygularımız birbirine zıttı, yine de birbirimize aittik. Bir gövdenin iki farklı yöne uzayan dalları gibiydik.” (Martha Avenieu, sayfa 95)
“Ona göre bir ağaç gövdesinin iki farklı yana uzayan dalları gibiydik. Ama doğru değildi bu. Köklerimiz ortak değildi. Aynı havayı soluduğumuzdan bile kuşkuluyum.” (Robert Avenieu, sayfa 107)
Heide Friedland’in uzaktan bakıldığında başarısız ilişkiler yürüttüğü erkeklerin listesini yaptığı yere gelelim o halde. Bacakları güzel olan iri yarı biri, yağlı boya ile alnına boydan boya çizgi çeken bir resim öğretmeni, yatağa güller serpen ve dazlak kafasını her gün süngerle ovan biri, daima aynı şarkıyı mırıldanan tarla sevdalısı biri, kaşlarına kar taneleri yapışan ve sürekli yere bakan biri, soğuk ayaklı biri, bacakları çırpı ve kılları beyaz renkte olan bir yaşlı, alkolik biri, kötü kokan biri, hamur suratlı biri, kimsenin görmediği biri… Liste uzadıkça uzuyor ve hepsini yazmak istesem de beceremeyeceğim. Bunca erkek arasından birinin bile yanına yazdığım niteliğini okuyan kimsenin “işte hayalimdeki erkek!” diyeceğini düşünmüyorum. Sanırım ölümün yaşanılan her anda alışılmadık gelen gerçek olduğu gibi Heide de kimsenin tercih listesine eklemeyeceği erkeklerle beraber olarak kafasındaki düşüncelere meydan okumakta. Küçük bir aşk öyküsü olarak düşünülsün istemem bu kadının öyküsünü. Aksine aşktan çok uzak bir öykü. Sadece beraber olduğu erkeklerin dış görünüşlerini anlatan Heide’yi anlamaya çalıştığım sıralarda kendisini bir cümleyle ele verdiğini fark ediyorum. Beraber olduğu bir erkeği anlatırken şöyle demiştir Heide: “Tam bir erkek değildi, yani erkekten genel anlamda beklenen özelliklere sahip değildi. Hoşuma gidiyordu bu. Onun eksik erkekliği bana tuhaf bir güven duygusu veriyordu.” (sayfa 124) Aslında Heide sevginin ne olduğunu biliyordu. Bildiği bir şeyi hiç olmayacağı bir yerde aramadı Heide. Çünkü sevgi istemiyordu. İstediği o tuhaf güven duygusuydu. Çünkü kendisi de eksik bir kadındı kendi düşüncelerine göre. Mesela bacakları güzel olan bir erkekle beraber iken o kadar da beğenmediği bacaklarını görmezden geldi. Adamlarda gördüğü kaba bacakları sevgi olarak nitelendirdi. Soğuk ayaklı bir adamla beraberken kendi sıcak ayaklarını hissetmedi. Zaten sıcak ayaklı birine sıcak ayaklı biri eşlik edemezdi. O sıcak ayak sevgiydi çünkü. Alkolik bir adam zaten Heide’den çok alkolü seviyor olacaktı bu belli. Karaciğeri iflas edince ölecekti aşkından ölmek yerine. Demek ki birisini arkasında yalnız bırakma gibi bir düşüncesi yoktu adamın. Sevgisi yoktu.
Yaşadıkça kafamızda oluşan önyargı duvarlarının farkındayım. Bu duvarları kafamızda biz yaptık. Olaylar silsilesi kafamızdan akıp giderken kötü olan hiçbir duyguyu yaşamamak adına onlara duvarlar örerken iyi olan duygular için bütün duvarları yıkmaya vardık oysaki. Toprak kitabına başlamadan önce ölümden korkan ve ölümümün geç bir vakitte, acısız olması için dua ederken kitabı kapattığımda bir odadan kalkıp başka bir odaya geçer gibi ölen insanların ölümün hayatımda bu denli sıradan bir olay olduğunu bana anlatmayı başarmış olduklarını fark ettiğim gibi kafamızdaki önyargı duvarlarını da işte böyle öyküleri okuyarak ve sonunda ne yaşayacağımıza odaklanmadan sadece ne düşündüğümüze odaklanarak yıkacağımıza inanmaya başladım.
Biliyorum, 35 yaşım bir başka sevecek bu kitabı, 65 yaşım bir başka. Her seferinde bir başka duvarımla karşılaşıp yıkacağım. Bu dünyanın hiç sınırı olmadı. İnsanların neden olsun ki?
Akıl almaz bir boşluktan size bu yazıyı yazıyorum ve toprağın gücüne inanıyorum.
İyi okumalar.
“Şimdi bir cümleyi anımsadım. Yanılmıyorsam benim beynimin eseriydi. Sonsuza kadar gitmese bile anı anlatan bir cümledir. İnsan başka ne ister?
Eskiden insandım, şimdi dünyayım.” (sayfa 162)
- Toprak – Robert Seethaler
- Timaş Yayınları – Roman
- 208 sayfa
- Çeviri: Regaip Minareci