İkinci Dünya Savaşı, otuzdan fazla ülkeden 100 milyondan fazla insanın doğrudan katıldığı, dünya tarihinin en yıkıcı ve en ölümcül savaşıydı. On milyonlarca insan yaşamını yitirdi. Savaş ekonomik, sosyolojik, endüstriyel ve kültürel olarak tüm dünyayı etkiledi. Üzerinden uzunca zaman geçse de toplumların ve insanların hafızalarında bıraktığı izler hâlâ tüm tazeliğiyle duruyor. Bu savaştan tüm dünyanın çıkarması gereken acil ve hayati dersler olmasına rağmen, günümüzde sıcak savaşların sürdüğü ve her geçen gün yenilerinin başladığı bir gerçek. İnsanlar savaşıyor. İnsanlar ölüyor.
Savaşlar sona erse de, savaştan etkilenen insanların hayata devam etme çabaları yeni bir çaba gerektiriyor. Savaş sadece maddi yıkımlarla, can kayıplarıyla, yaralanmalarla sona ermiyor. Bıraktığı izler, dahil olanların ya da şahit olanların ömürleri boyunca yanlarında yörelerinde duruyor. Bundan kurtulamıyorsunuz.
Alan Cope, İkinci Dünya Savaşı’na katılan milyonlarca askerden birisi. 1994 yılında, Fransız çizer Emmanuel Guibert ile şans eseri tanıştı: Guibert ona yol tarifi sordu ve ikili sohbet etmeye başladılar. Bu sohbet ikisinin de hoşuna gitti. Sohbetler ilerledi, dost oldular. Bu dostluk seneler sonra Cope’un anıları ve Guibert’in çizimlerini yapacağı Alan’ın Savaşı’nı doğurdu.
Rastlantılar ve önsözlerin anlattıkları
Karakarga Yayınları tarafından ülkemizde yayımlanan Alan’ın Savaşı’nın hikâyesini böyle anlatıyor Emmanuel Guibert kitabın önsözünde. Alan Cope’un doğal hikâye anlatıcılığı yeteneği, yaşadıklarını eğlenerek, mutlu olarak, yer yer üzülerek ve hüzünlenerek anlatmasının onu nasıl etkilediğini ve bu işe nasıl Cope’u ikna ettiğini anlatıyor. Bu grafik romana başlamadan, sıcak bir dostluk hikâyesiyle karşılaşıyorsunuz. Bu beni çok etkilemişti. Daha kitaba başlamadan seveceğimi duyumsadım. Bazen olur, önsözler size çoğu şeyi hissettirir.
Kitap İkinci Dünya Savaşı’na katılan bir askerin gözünden yaşanacakları anlatacak diye umuyordum. Fakat okudukça bu kitabın oldukça bireysel bir anlatı olduğunu gördüm. Baştaki önsözü okumasam, Alan Cope’un kurmaca bir karakter olduğunu düşünürdüm. Guibert, yaptığı çizimler ve kullandığı dille bunu gerçekten hissettirdi çünkü. Ancak kitabın sonunda yer alan fotoğraf albümüyle her şey hüzünlü bir anıymış hissine geri döndü. Her şey gerçek. Her şey kurmaca. İkisinin bir araya geçtiği metinler, çalışmalar insanı derinden etkilemez mi zaten?
Alan Cope’un askere alınışından, eğitimlerine ve savaş coğrafyasına yolcuğuna kadar başından geçen sıradan, eğlenceli ve bir o kadar da gerçek hikâyelerle başlıyor yolculuğumuz. Tam da doğum gününde Fransa’ya ulaşıyorlar ve bu hiç unutmayacağı bir doğum günü oluyor. Yirmi yaşına, daha sonra kaderi olacağını bilmediği bir kıta hiçbir yer bilmediği ve İngilizceden başka bir dil konuşmadı haliyle, İkinci Dünya Savaşı’na katılan bir asker olarak giriyor Cope. Günler geceler boyu süren cephe yolculukları, yer yataklarında, terk edilmiş evlerde, bazen açık alanlarda ve ormanlarda yapılan uykular. Başından geçen yer yer eğlenceli, yer yer üzücü olaylar. Çizimler boyunca gördüğümüz, anlatıcının sıradan bir şeymiş gibi anlattığı ama sıradışı vakalar sayfalar boyunca devam ediyor. Bir yandan da gündelik hayata devam etme kaygısı devam ediyor Cope ve arkadaşlarında. Müzik arıyorlar. Karınlarını doyuracak yemek arıyorlar. Rahat bir yatak, güzel bir banyo arıyorlar.
Kitap boyunca neredeyse hiçbir şey olmuyor ama bir yandan da o kadar çok şey oluyor ki. Sıradan anlatının çizimlerle beslenmesinin getirdiği görsellikle bu onca olan ve olmayan şeye şahit oluyoruz. Cope’un herkesle ve hemen arkadaş olabilme yeteneğine şaşırıyorsunuz. Ve o insanlarla ömrü boyunca kurduğu yakınlıklar hayret uyandırıcı boyutta. Mektuplar yazıyor, mektuplar alıyor. Üstelik kimlerle kimlerle yolu kesişiyor: Henry Miller, Truman Capote, Octavio Paz, Ezra Pound.
Özellikle Münch çiftiyle (şair olan Vera ve müzisyen olan Gethard) kurduğu dostluk neredeyse filmlere konu olacak bir yakınlık. Beraber önce Avrupa’da sonra Amerika’da yaptıkları geziler muazzam. Dünyanın en yaşlı ağacının anlatıldığı sayfalar çizimlerle o kadar güzel anlatılmış ki. İnsan okurken bir yandan da merak ediyor, Alan gibi, dünyanın en yaşlı ağacına neden bir general ismi verilir ki?
Hayat veren çizimler
Çizimler ve yazı fontuna da değinmem gerekiyor. Çizimlerin çoğu odak dışı fotoğraflar gibi-yüzleri seçemiyoruz, bulanıklar, ya da sanki üç boyutlu gibi görünüyorlar. Bununla birlikte, Alan’ın hikayesinin kişisel olmayan bir grafik anlatımına da neden oluyor. Muazzam doğa tasvirleri, soyut ve metafor içeren aktarımlar… Bununla beraber, çizimler ne kadar güzel olursa olsun, Alan’ın kim olduğunu çoğunlukla anlayamıyorsunuz. Orada, kalabalıkta, insanların arasında sıradan bir karakter. O anda neler olup bittiğini aktaracak yüz ifadelerini göremiyorsunuz. Bu şunu sağlıyor: Sanki çok şeye tanık olmuş yaşlı bir tanıdığınızı oturup saatlerce dinlemek. Görüntüler canlanıyor. Yüzlerin hiçbiri yok ama her şeyi biliyorsunuz.
Alan’ın Savaşı, bir yolculuk hikâyesi. İkinci Dünya Savaşı, bu yolculuğun duraklarından birisi. Savaş sonrasında bu savaşın getirdikleri ve götürdükleriyle hayata tutunmaya çalışan sıradan bir insanın yolculuğu. Hiçbir zaman tanıma imkanını bulamayacağınız bir askerin biyografisi. Bu yüzden güzel. Bu yüzden özgün.
- Alan’ın Savaşı – Emmanuel Guibert
- Karakarga Yayınları / Grafik Roman
- 328 sayfa
- Çeviri: Metin Yetkin