Gülşah Elikbank’ın yazdığı “Delirmiş Evrenin Ortasında”, günümüzde herkesin kendine ve birbirine pek yakıştırdığı “deliliğin” kimde olduğu sorusuna yanıt aramaya girişiyor. Ancak kitabın vaat ettiğiyle sunduğu arasındaki alakasızlık nedeniyle, metin standardın ötesine geçemiyor.
Hepimiz çok kırılganlaştık. Karşılaştığımız her şeyden nem kapıyoruz. Modern hayatın azgın dalgaları arasında kaybolmuş, isimleri, kişilikleri, kalbi alınmış ruhsuz birer robota döndük hepimiz. O kadar hassasız ki gece kulağımızın içine girip beynimizden çıkan sivrisineğe bile acır hâle geldik. Rasyonel düşünemiyoruz. Hassas kalplerimizin böyle bir muhakeme yapmaya takati yok. Çevremizde olup bitenler karşısında hepimiz boy aynasının önünde tartarak karar verdiğimiz dertlerimize göre bir rol biçip, o rolü üzerimize giydikten sonra “sürünü” içine katılıyoruz. Ama orada da yalnızız. Her geceyi başka tenlerin kokusu arasında sahte şevklerle geçirdiğimiz gecelerin sabahlarına da yalnız uyanıyoruz. Başka ruhlar zaten bize iyi gelmiyor, başka vücutlar nasıl iyi gelsin? Sağlıklı bir yaşam artık hiçbirimiz için mümkün değil. Çünkü hepimiz deliyiz! Ve bunların hiçbirinden biz sorumlu değiliz. Çünkü dünya çok kötü bir yer. Ahlâk, iyilik, aşk, sevgi, dostluk, doğruluk her şey önemini yitirmiş. Düzen böyle. Kendi biricikliğimiz de bundan nasibini almış. Dışarıda durmaya kalksak deli damgası vuruluyor. İçeri girmeye de kırıntısı kalmış karakterimiz izin vermiyor. Çareyi miligramlarını cümle âlemle yarıştırdığımız psikiyatrik ilaçlarda, sirkülasyon sistemiyle çalışan terapistlerde arıyoruz. Durum çok vahim!
Bu yazdıklarımın uzun süreden beri başta orta-üst sınıfta olmak üzere toplumun her kesiminde müthiş bir primi var. Kolumuzun üstünden tır geçmiş olsa bile biz geçirdiğimiz panik ataklardan ya da kronik depresyonumuzdan bahsediyoruz. Bunun sanatsal ve edebi yansımalarıyla çok fazla karşılaşıyoruz hâliyle. Gülşah Elikbank’ın Destek Yayınları’ndan çıkan “Delirmiş Evrenin Ortasında” da tam bu yazdıklarıma denk gelen bir hikâye vaat ediyor. Kitabın arka kapağında yazan, “çağın ruhuna ithaf ettiği” ifadesi bu yüzden çok doğru. Evet, böyle bir beklentiyle kitaba başlıyoruz ancak Elikbank’ın novellası maalesef bu beklentiyi karşılamıyor.
Kitabın ana karakteri Meryem 30 yaşında bir ressam. Şehrin ileri gelen ailelerinden birinin kızı olarak Kanlıca’da bir konakta dünyaya gelmiş. Çocukken aile içinde cinsel tacize uğramış. O zamandan beri yaralı. Müthiş bir zekâya sahip olduğunu gerek okul yıllarında aldığı yüksek notlardan, gerek de kurumsal iş hayatındaki başarılarından anlıyoruz. Fakat Meryem bu “özel” durumundan dolayı hep kıskanıldığı için okulda notlarını ortalama düzeyde tutmuş. İş hayatında da çok kasmamış. Meryem çocukluktan itibaren başladığı, kimseyi, hiçbir şeyi umursamama tavrını bu zamana kadar devam ettirmiş. Görmüyor, duymuyor. Emrah diye bir sevgilisi var. Ama tam anlamıyla sevgili de değiller. Bedensel bir ilişki. 4 aylık bir sürecin sonunda ayrılıyorlar zaten. Tek tabanca takılmayı seven Meryem, üzerine üzerine gelen dünyadan ve “sürüden” kaçmak için geceleri dışarı atıyor kendini. Güzel bir kadın olduğu için de erkekler pervane oluyor etrafında. Tek gecelik maceraları seviyor. Yine kendini her zaman takıldığı bara attığı bir gece Erdal’la tanışıyorlar. Erdal fazlasıyla cool bir adam. Kadınları zekâsıyla etkilemeyi iyi kotaran biri. Aynı zamanda akademisyen. O gece barda beraber içiyorlar, muhabbet ediyorlar. Ama evlerine yalnız dönüyorlar. İkisi için de aşk filizi o gece boy veriyor. Birbirlerini görmeden, duymadan duramıyorlar. Günler böyle aşk içinde akıp giderken Meryem’in resimlerinin sergilendiği galeride falso bir durum oluyor. Erdal da buna tanık olunca ilişkileri bitiyor. Meryem ne yapsa etse Erdal’a ulaşamıyor. Gözünü kör eden aşk yüzünden o zamana kadar evinin nerede olduğunu bile öğrenmeyi unutan Meryem bir şekilde adresine ulaşıyor. Evine gittiğinde onu Erdal’ın annesi karşılıyor. Onunla yaptığı konuşma sonrasında Erdal’ın da başka bir yarası olduğunu öğreniyor. Annesi, Erdal’ın durumunu en iyi onun psikiyatristinin anlatacağını söylüyor. Meryem yine aşk uğruna onun da peşine düşüyor. Doktorla bir barda karşılaşıp kadın kadına bir muhabbete başlıyorlar. Doktor da sistemin kendisini çürüttüğünden, onun çarklarına hizmet ettiği için kim olduğunu unuttuğundan dem vuruyor. Erdal’ın neyi olduğu da sonradan açığa çıkıyor. Kitabın konusu böyle. Gerisini okura bırakıp Gülşah Elikbank’ın novellasının bahsettiğim beklentiyi neden karşılayamadığına bakalım…
Her şeyden önce “Delirmiş Evrenin Ortasında”da, deli diye kimden bahsedildiğini net olarak öğrenemiyoruz. Çünkü kitapta buna dair bir örnek yok. Bir karşılaştırma yapamıyoruz. Neden sorusu, nerede bu deliler sorusu havada kalıyor. Elikbank’ın, Meryem’in kitabın büyük bir kısmını kaplayan karakteriyle ilgili anlattıklarından da kıyas yapacak bir sonuç çıkmıyor. Kitabın sonuna doğru Meryem’le doktorun muhabbetinde delilikle ilgili bir diyalog geçiyor ancak o da dünyanın yuvarlak olduğunu söyleyenleri deli diye cezalandırdıkları zamandan başlayıp Hitler’in deliliğiyle bitiyor ki kitabın niyetinde bahsi geçen “günümüz delileriyle” onların hiçbir alakası yok. Bu yüzden mecburen Meryem özelindeki “delilikle” ilerlemek zorunda kalıyoruz. Bunun dışında doğallıktan fersah fersah uzak diyaloglar kitabın inandırıcılığına ket vuruyor. Erdal’ın yarasının sebebinin neden bu kadar zorlama olduğu ayrı bir konu. Olabilir mi, evet. Ancak daha “sıradan” bir kayıp vakası çok daha trajik bir etki yaratabilirdi Erdal üzerinde. Son olarak da sanatçılara atfedilen ve nedense pek hoşumuza giden “delilik” klişesi, bu kitapta da Meryem’le karşımıza çıkıyor. Kıssadan hisse, mevcut ve doğru bir durumu anlatmaya girişen “Delirmiş Evrenin Ortasında”dan geriye söylenmemiş yeni bir sözü, biçimi, karakteri olmayan bir metin kalıyor. Tercih meselesi diyelim…
- Delirmiş Evrenin Ortasında – Gülşah Elikbank
- Destek Yayınları – Novella
- 128 sayfa