“Gerçek şiir şairin zihnidir, gerçek gemi, gemiyi inşaa edendir,” diyor Emerson. Ve bugün buna Ad hoc bir ekleme yapacak olursak, şöyle demeliyiz: Gerçek tarih, tarihi yazan ve onu yaşayandır. Aslına bakılırsa “gerçek tarih” ifadesi, ilk duyumda bir oksimoron gibi durabilir. Öyle ya; gerçek ile tarihin art ardalığı hangi tarih felsefesine sığar? Fakat, burada bahsi geçen, kendisine militan devşirmek isteyen erk mâliklerinin, geleceğin bireylerini daha çocuk yaşta millî duygularla donatıp kendi güç savaşında elini güçlendirmek amacıyla kullandığı, “eğitim” adı altında verili pespaye tarih kitaplarında yazılı olan tarih değildir. Bilakis, diyalektiğin geniş sağduyusuna dayanan, bir araç olmaktan çok bir amaç olan, öğrenim esasına değil, kavrayış esasına dayanan tarihten bahsediyoruz. Böyle bir tarih mümkün müdür güzellerim, elbette mümkündür.
Antik Grek’ten –bu milâdı koymak tartışmalı olabilir, fakat önümüzü görmek açısından mühimdir- beri tarih, hep aynı diyalektiğe sahne olmuştur. Tarihyazım ise bahsi geçen bu diyalektiğin bugün için dahi okunabilir olmasını sağlayan temel disiplindir. Söz edilen diyalektik, şüphesiz, şair ile zorbanın, sanatçı ile kâtilin, filozof ile erk mâlikinin, duvarlara “ben de varım!” yazan ile duvarların sahibinin, yaşatan ile öldürenin, yani sözcüklere sığınacak olursak “hayır” ile “evet”in diyalektiğidir. Bu bengi diyalektiği birkaç tarihsel misâl ile izâh etmek gerekse, güzellerim Garcia Lorca’dan başlamak son derece yerinde olacaktır:
Federico Garcia Lorca, 20. yüzyıl İspanyası’nda genç bir şair iken, zamanın popüler siyasî eğilimi olan faşizm (bu, gerçekten de bir siyasî eğilimdir, günümüzde kullanıldığı gibi bir hakaret sözcüğü, bir itham değildir) ile ilk tanışanlardan birisi olmuştur. Genç şair, bu faşist politikaya “hayır” diyebilmiş ve bunu da şiirleriyle taçlandırmış bir umutvârken, karşısında bu “hayır”ı tehdit olarak algılayan, kendisini bununla savaşmakla yükümlü hisseden, açıkçası bundan oldukça korkan ve bir an önce yok etmeyi arzulayan koca bir otorite vardır. Ve nihayet, İspanyol diktatör Franco’nun askerleri, Garcia Lorca’yı doğduğu yerde, Granada’da öldürmüştür. Ama tarih, öyle âdildir ki, sevgililerim, günümüz için nefes alan hâlen Lorca ve onun şiirleri iken, tarihsel artıklar olarak Franco ve onun askerleri öleli çok olmuştur. Ve tarihin içerisinde Lorca kafasını çıkarıp Granada’dan şöyle bir ses iliştirir kulaklarımıza:
Her akşam üzeri bir çocuk ölür,
her akşam üzeri Granada’da.
Her akşamüzeri yerleşir de su
dostlarıyla konuşur baş başa.
Elbette Lorca, 20. yüzyıl faşizminden etkilenen yegâne şair değildir. Tarih şuna da şahitlik etmiştir ki, Lorca gibi güçlü bir “hayır” demeksizin dahi, güçlünün coğrafyasında azınlık olmakla, zaten en baştan “hayır” demiş sayılırsınız. Tıpkı Paul Celan gibi. Yahudi asıllı bir şair olan Celan’ın Nazi döneminde başına gelecekleri tahmin edersiniz. Şair, tam on sekiz ay toplama kamplarında esir tutulmuş, kendisi hayatta kalmayı başarabilse de, ailesini bu toplama kamplarında kaybetmiştir. Zannetmeyin ki, toplama kamplarından sağ kurtulmak, tam anlamıyla bir kurtuluş sayılır. Oradaki travmatik hâl, Celan’ın yaşamı boyunca belleğinde onulmaz bir yara gibi durmuş, nihayet Celan, 1970 Nisan’ında kendisini Seine Nehri’ne bırakarak yaşamına iradesiyle son vermiştir. Ve geriye Bademlerden Say Beni diyen şairin buruk sesi kalmıştır:
Ölmüş olan o şey senin koluna girer
ve işittiklerin de seninle birleşirdi,
üç olup giderdiniz geceyi katederek.
Beni de acı yap, acı yap beni.
Bademlerden say beni.
Ve biraz daha kendi coğrafyamıza yöneldiğimizde, biraz daha duygusal bir kanala sürüklüyoruz kendimizi. Nice şairimizi örnek verebiliriz, konu otoriteye “hayır” demek ve bunun karşılığında zorbalıkla karşılaşmak olunca. Fakat, yine de en bilindik ve en can yakıcı örneklerden birisini verelim ki, konu iyice anlaşılsın: Şiirleri ve yazılarıyla birçok defa yargılanan, en son 1951’de vatandaşlıktan çıkarılarak “vatan hâini” ilân edilen Nâzım Hikmet’in otoriteye karşı duruşu tarihsel bilincimizin mühim bir kısmını temsil ediyor. Otoriteye hayır demek ve vatan hâinliği konusunu hepimiz şu günlerde daha iyi anlayabiliyoruz. Her gün onlarca yurtsever vatan hâinliği ile suçlanıyor. Sırf onları onaylar gözlerle bakmadığımız için hem de. Ama yalnız değiliz, güzellerim, Nâzım Hikmet de tarihin bir yerinden bizimle birlikte vatan hâinliğine devam ediyor hâlâ:
Evet, vatan hainiyim, siz vatanperverseniz, siz yurtseverseniz, ben yurt
hainiyim, ben vatan hainiyim.
Vatan çiftliklerinizse,
kasalarınızın ve çek defterlerinizin içindekilerse vatan,
vatan, şose boylarında gebermekse açlıktan,
vatan, soğukta it gibi titremek ve sıtmadan kıvranmaksa yazın,
fabrikalarınızda al kanımızı içmekse vatan,
vatan tırnaklarıysa ağalarınızın,
vatan, mızraklı ilmühalse, vatan, polis copuysa,
ödeneklerinizse, maaşlarınızsa vatan,
vatan, Amerikan üsleri, Amerikan bombası, Amerikan donanması topuysa,
vatan, kurtulmamaksa kokmuş karanlığımızdan,
ben vatan hainiyim.
Yazın üç sütun üstüne kapkara haykıran puntolarla:
Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ.