1960 yılında arkadaşı Michel Gallimar’la geçirdiği elim bir trafik kazasıyla aramızdan ayrıldı Albert Camus.
Yazdıklarıyla edebiyat dünyasında ciddi tartışmalar yarattı. Yazdıklarının hangi kategoride anılması gerektiği üzerine kafa yordu edebiyat dünyasının önemli kalemleri. ‘Varoluşçuluk’ sorunsalına eserleriyle yeni bir boyut kattı. Eserlerinin dili, tarzı da bir süre sonra adeta varoluş problemine dönüşmüştür. Tezatlar sunmayı seven bir yazardı. Erken yaşta öleceğini sanki biliyordu. Bu yüzden hayata sevgisi özellikle de kadınlara sevgisi daha da dikkat çekmektedir.
Tiyatro eserlerinde ‘düşünceler’ üretmeyi seven Camus aynı şiddetle edebiyata siyasetin karıştırılmaması gerektiğini savunuyordu. Bu tezatlık gazetecilik yaşamında da kendini gösterdi. Gazeteciliğe tutkuyla bağlı olmasına rağmen basından da bir o kadar nefret ediyordu.
Üstelik Albert Camus sadece gazeteci değildi. Roman, hikâye, oyun yazarı ve daha da önemlisi döneminin filozofuydu.
Ancak onun hakkındaki tartışmalar da burada kendini gösterdi. Filozoflar kullandığı dil nedeniyle onu roman yazarı bulurken roman yazarları da onu filozof olarak nitelendirdiler.
Camus’un çok yönlü olmasının temelinde belki de kim bilir bir tarım işçisinin oğlu olarak büyümenin, Cezayir Üniversitesinde sürdürdüğü –zor koşullara rağmen- felsefe öğrenimi bırakmasının, İkinci Dünya Savaşı sırasında direniş örgütünde etkin bir rol oynamasının, savaş sonrasında Nazilere karşı oluşmuş ‘Fransız Direnişine’ katılmasının etkisi olabilir. Direniş onun gazeteci yönünü beslemiştir. Hatta o dönemlerde ‘Combat’ adını taşıyan bir gazete dahi çıkarmaya başlamıştır.
Ancak Camus gazetecilik sevdasından çabuk vazgeçmiştir. Gazetecilikten kendini soyutlamış, tüm enerjisini edebiyata yöneltmiştir.
Camus, edebiyat dünyasına ‘varoluş sorunsalı’ üzerine sayısız eser hediye etmiştir. Eserleri onun aynasıdır adeta. Hem edebiyat zevkini hem düşünce yapısını eserlerine yansıtmıştır.
Ruh ve düşünce dünyasını eserleriyle özdeşleştirme ‘Nobel’ heyetinin de dikkatini çekmiş olmalı ki 1957 yılında Nobel Edebiyat Ödülüne layık görülmüştür. Ancak bu ödül de tartışmaları beraberinde getirmiştir. Bu sefer de edebiyat dünyası Camus’un Nobel Edebiyat Ödülünü hangi eseriyle aldığı konusunda ikiye bölünmüştür. Kimileri ‘Düşüş’ romanı sayesinde bu ödüle layık görüldüğünü iddia ederken kimileri de idam cezası üzerine yazdığı bir makaleden ötürü verildiğini iddia etmiştir.
Bu tartışma net bir şekilde sonuçlanmasa da herkesin ortak bir noktada birleştiği belki de Camus’la ilgili tek bir şey vardır: Felsefeye kazandırdığı ‘absürd’ kelimesi.
İki önemli eseri ‘Yabancı’ ve ‘Veba’ romanları onun felsefeye kazandırdığı ‘absürd’ kelimesinin ürünüdür. Camus bu kavramı ‘Sisifos Söylencesi’ eserinde detaylıca açıklamıştır.
Camus’un ‘absürd’ düşüncesini açıklayacak bir örnek verelim. Camus, öleceğimizi bildiğimiz halde hayatımıza değer vermemiz ve anlamsız olan hayata anlam katma çabamızın absürd olduğunu belirtir. Bunu da ‘Yabancı’ romanının ana karakteri ‘Meursault’un ağzından şu şekilde ifade eder:
‘‘Herkes bilir ki hayat yaşanmaya değmez. Aslına bakarsanız insan ha otuzunda ölmüş ha yetmişinde pek önemli değil.’’
‘Yabancı’ romanını incelersek öncelikle ele alınan konu üzerinde düşünülmelidir. Meursault, Cezayir asıllı bir Fransızdır. Cezayir asıllı bir Arap’ı gözünü kırpmadan öldürür. Eserin konusu bu cinayetle şekillenir. Meursault’ın cezaevi günlerine tanıklık ederiz.
Toplumun ahlaki yapısının dışında kalan Muersault’un kendi iç konuşmaları, gardiyan, avukat ve rahip ile ilgili diyalogları; davasına dair düşünceleri, varoluşsal temellerin üzerine kuruludur roman.
Eserde dikkat edilmesi gereken belki de en önemli nokta karakterlerin özeliklerinin anlatılma biçimidir. Zira eserde önemli olan ‘öldürülen’ değil ‘öldüren’dir. Anlatımla ‘öldüren’ önemli kılınmıştır. Babasını hiç tanımadan büyümüş zavallı bir çocuk olarak sunulan Meursault, ayrıca eserde yardımsever, saygılı olarak nitelendirilmiştir. Ancak öldürdüğü kişi hakkında Arap olduğu dışında bir bilgi paylaşılmamıştır. Hatta kurbanın insani hiçbir özelliğine değinilmemiştir. Bütün bu detaylar tarihi sürece de kaynaklık eder mi bilinmez.
Mahkeme günlerini anlattıkları sahne de bir hayli ilginçtir. Zira Meursault, bir adamı öldürmekten sanık olmasına rağmen mahkeme heyeti bu gerçekten uzaklaşarak onun ahlaki değerlerini sorgulamaktadır. Hakim, savcı, jüri üyeleri ve basın üyeleri adeta toplum ahlakını simgelemektedir. Sorgulamanın seyri cinayetten uzaklaşmış, Meursault’ın annesinin ölümünün hemen ardından başlayan Marie ile ilişkisi mercek altına alınmıştır. Marie ile ilşkiye başlayan Meursault vicdansız, kalpsiz, annesine üzülmeyen duygusuz biri olarak nitelendirilecektir mahkeme heyeti tarafından. Öyle ki bu duygusuz, vicdansız insanın hareketleri cinayet eylemiyle de birleşince mahkeme, Meursault hakkında idam cezası vermekte hiç zorlanmamıştır.
Oysa ki avukatı Meursault’a en fazla bir yıllık bir ceza alacağı iddiasında bulunmuştur. Ancak romanın olay akışı içinde bu iddia asılsız bir haber, umut kırıntısı olmaktan öteye gidememiştir. Üstelik avukat, mahkeme heyetini düşündürmek için onlara ‘Bu adamı anasını gömdü diye mi suçluyoruz?’ diye sorar. Mahkeme heyetini bir an düşündürebilmek için bu soruyu yöneltmiştir. Ancak savcı verilen karardan emin olduğunu ‘Anasını manen öldüren bir adam kendisini dünyaya getirenlerin canına kıyan kimse kadar insanlıktan çıkar.’ sözleriyle ortaya koyar.
Aslında bu örnekle toplumun kalıplaşmış duygu ve düşüncelerini, davranışlarını eleştirmektedir. Camus’un bu anlamda en büyük iddiası toplumdan soyutlanarak güçlü kalınabileceğidir.
Camus, insan doğasını gözlemlemeyi, gözlemlerini yansıtmayı sever. Ancak burada vurgulamak istediği şey insanın var olma sürecidir.
Camus’un varoluştan kastı, insanın kendi özgürlüğüyle toplum içinde özerk bir şekilde kendini gerçekleştirmesidir.
Bu eserde de diğer eserlerinde görüldüğü gibi iç konuşmalar bir hayli fazladır.
‘Birdenbire anlar ki yarın da böyle olacaktır, öbür gün de, bütün öteki günler de. Bu çaresiz buluş ezer onu. İşte böyle düşününce öldürür insanı. Bunlara katlanamadığından öldürür insan kendini ya da gençse tümceler yapar bunlarla.’
Camus’uyu anlamak için çok sevdiği iki yazarın –Dostoyevski ve Kafka- eserlerini incelemek doğru bir adım olacaktır. Zira ‘Yabancı’ romanının başında ana karakterimizin annesinin ölüm haberini aldığı an hissettikleriyle, Kafka’nın ‘Dönüşüm’ eserinde Gregor Samsa’nın böcek olduğu an hissettikleri betimleme bakımından oldukça benzerdir. Aynı şekilde ‘Dava’ romanında da bir cinayet söz konusu olmasına rağmen konuşulan şey cinayet değildir. Tıpkı ‘Yabancı’ romanındaki gibi tartışılan şey ‘öldürenin ahlakı ve davranışları’dır.
Çok yönlü bir yazar, çok katmanlı eserler başımızı döndürse de Camus’un dünyasının derinliği oldukça cazip görünmemektedir.