Önceki yazıda “İpi Kopmuş Bir Uçurtma” başlığıyla Şule Gürbüz’ün yazdıklarına ilişkin bir okuma biçimi arayışında bulundum. Yazarın hem kendi yazınına dâir bıraktığı ipuçlarından hem de bazı metinlerinden hareketle Şule Gürbüz’ün son zamanlarda revaçta olan ‘gereğinden fazla dil işi’ bir tutumu benimsemenin aksine neyi anlattığını daha da önemsediğinin üzerinde durdum. Ve muhtevayı önceliyor olmasının, anlatımı didaktik bir söyleme düşürmeyişinde; metinlerinin düşler, hatıralar ve mikro ontolojik soruşturmalarla yoğrulmasının payı olduğuna değindim.
Şule Gürbüz’ün metinlerini anlamak için başladığım okuma, bir anlamda sanki kimliği belirlenemeyen metinlerin teşhisi olarak ortaya çıktı. Kambur‘u bitirip Öyle Miymiş?‘e geçtim. Sonra Zamanın Farkında‘ya. Fakat aklım hep Kambur‘daydı. Muhtemelen bu kitap Şule Gürbüz metinleri için yaptığım değerlendirmeleri hep idare etti.
Kambur‘un ne anlattığını detaylandırarak bir şeyler söylemeyi gerekli görmüyorum. Hatta lüzumsuz buluyorum. Bir kitabın neyi anlattığının detaylı olarak sunulması, herhangi birinin, izlemediğiniz bir filmi tümden anlatmasıyla o filmi izlemeye dâir içteki arzuyu yastıkla boğması gibi gelir.
Kambur baştan sona beden ve haletiruhiye olarak pesimist bir uyumsuzun dikkatine yakalanan hayat parçalarının derinleştirilerek anlatılmasıyla ilerleyen bir metin. Metinde uyum içinde olan yegâne şey bedenin ve ruhun sayrılığıdır. Bir anlamda kendini beğenme-beğendirme yarışında olan bir yerde göz açıp okura kendinden nefret etmeyi de gündeme getirir.
Tanpınar, “Roman evvela vaka sanatıdır.” der. Fakat görülen o ki, roman artık vakalar içinde insanın müşahhas hale getirilmesinden ziyade, vakanın gitgide silikleştiği bir hal alır. Bu durumu örnekleyecek bir biçimde Kambur‘u biz hiçbir esaslı vakanın içinde görmeyiz. Bunun yanısıra vakanın yokluğuyla kişiyi bir mekânın içinden görme olasılığı da kaybolur. Artık vaka başlı başına insanın iç dünyasında cereyan edenler, mekân da insanın iç alemi olmuştur çünkü.
Kambur‘un Türk romanı içinde hangi soya daha yakın olabileceğini düşününce aklıma Aylak Adam‘ın, Tehlikeli Oyunlar‘ın içinde yer aldığı çizgi geldi. Onu bu çizgide farklı kılan ise soruşturmalarının sonuçsuzluğu. Örneğin, Aylak Adam‘da C.’nin, içinde yaşadığı topluma yönelttiği itirazlarla birlikte eylemlerini idare eden şeyin bir tutamak arayışı olduğunu söyleyebiliriz. Oğuz Atay’ın acz içindeki “hayatın acemisi” kahramanları her şeyden öte anlaşılmayı umarak bulundukları hallerden çıkış ararlar. İkisinin de böylece nihai noktada müşterek olarak bir aidiyet arayışında buluştuğunu söylemek mümkün.
Kendi cenazesine yetişmeye çalışan Kambur ise, kim bilir her şeyin bitmişliği, çelişkilerin, etkisiz hâle getirilmiş bir iradenin sevkiyle varoluşsal bir tıkanma içindedir. “Kayıtsızlığımın bir nedeni de yaşamda kendimi perdede seyrediyor gibi hissetmem. Müdahale edemiyorum hiçbir şeye. Yalnızca bakıyorum. Bu filme hiç ara verilmiyor; oysa susadım sıkıldım. Ama çıkan da bir daha giremiyor ve yanımdaki yöremdeki koltuklar ölülerle dolu, dayanamıyorum. Oyunumu beğeniyorum, ama bu oyun asla bana göre değil. “ (s. 22) (1)
Kitapta Kambur‘un haletiruhiyesinin bir geçidi olan günlüğünün başlangıç ve bitiş zamanı ise normal bir insan ömrü süresini epey aşkındır. (1839’da başlar 1994’te biter.) Zaman mefhumunun bu anormal verilişi gerçekliği aşarak bir bireyin yeni zamanların içindeki serencamını vermekten çok Cioran’dan mülhem olarak zamanın içine yerleşememe duygusuyla bağdaştırılabilir. “Zamanın içine yerleşmek istedim, oturulamaz bir haldeydi. Ebediyete doğru döndüğüm zaman, ayaklarım yere değmez oldu.” (2)
İtiraf etmeliyim ki Kambur‘u okurken bir an sayfaların içinden Cioran’ın fırlayacağını sandım. Bununla beraber bu metnin anlamını daha çok Tanpınar’ın bir şiiriyle bağdaştırarak kotardığımı ise asla inkar edemem.
“Aynalar sonsuz boşluğa
çoktan salıverdi çehremizi
Yüzüyoruz
İpi kopmuş uçurtmalar gibi” (3)
Kaynakça:
(1)Şule Gürbüz Kambur, İletişim Yayınları.
(2)E.M. Cioran, Burukluk, Metis Yayınları.
(3)Ahmet Hamdi Tanpınar, Şiirler, Dergah Yayınları.
- Şule Gürbüz – Kambur
- İletişim Yayınları
- 92 Sayfa