Kısa süre önce çıkan yeni kitabın Duman Otel’den bahsedelim biraz. Kitabın arka kapağı esrarengiz durumlardan bahsediyor. İpucu vermeden kitabı bize birkaç cümleyle tanıtmanı istesek?
Duman Otel kısa bir roman. Okuyanı küçük, soğuk ve karanlık bir yolculuğa çıkartıyor ama fazla uzun sürmüyor. Sultanahmet’te bir otelde, geceleri resepsiyoncu olarak çalışan Emin adında, sıkınıtılı bir adam var başrolde. Otelde kalan bir müşteri olan güzel Nurdan’la, Nurdan’ın kayıp kocasını ararken başka şeyler buluyorlar. Duman Otel ise Emin’in çocukluğunun geçtiği, bir zamanlar ailesine ait olan ve artık var olmayan bir otel. Nurdan’la Emin’in yolculuğu esnasında, dumanlı geriye dönüşlerle bu otelin hikâyesini ve gizemini de yavaştan çözüyoruz.
Duman Otel de ilk romanın Simsiyah gibi Sarayburnu’nda başlıyor. Bu bir tesadüf mü?
Tesadüf değil. Çok gerekli de değil ama Balzac’da olduğu gibi “ortak evren”, “genişleyen evren” fikrini seviyorum. Bazen filmlerde de oluyor bu; başka yerlerden bildiğimiz karakterler ve olaylar, başka hikâyelerde yeniden karşımıza çıkıyor. Zorlama olmadığı sürece bu hoşuma gidiyor. Ben de fırsat bulduğumda bunu yapıyorum, yapacağım.
Aslında iki romandaki birbirini çağrıştıran yerler bununla sınırla değil. Hem Simsiyah’ta hem Duman Otel’de İstanbul’un eski semtleri adeta romanın bir karakteri gibi rol oynuyor ve kitaptaki gizemi yaratmaya yardımcı oluyor sanki?
Bu doğru. Eski semtlerin kendine ait bir hikâyesi zaten var. Kendi hikâyenizi orada kurduğunuzda hem siz de oranın bir parçası oluyorsunuz, hem de oranın halihazırdaki hikâyesinden faydalanıyorsunuz. İstanbul bu yönden çok zengin bir şehir. Ya da şehir“di” demek mi lazım? Benim anlattığım bu dokunun dahi artık silindiğini ve artık her yerin birbirine benzeyip yapay bir homojenlik içerisinde gözlerimizin önünden kaybolduğunu kabul etmek lazım. Bu da beni üzüyor.
Duman Otel’deki mekânlar, atölyeler, pavyonlar, esnaf lokantaları vs. bunlar gerçek hayatta karşılığı olan yerler mi, yazarken aklımda hep şurası vardı diyebileceğin, gitsek bulabileceğimiz yerler mi; yoksa tamamen hayal ürünü mü?
Hem hayal ürünü, hem değil. Bu mekânları, benim anlattığım yerlerde bulmak artık zor. Eskiden varlardı belki ama şimdi yoklar. Benzerleri, başka yerlerde, bazen başka şehirlerde yarım yamalak da olsa hayatlarını devam ettiriyorlar. Benim anlattığım bu yerler tüm hayatım boyunca gördüğüm benzer yerlerin bir bileşkesi, hepsinin toplamı. Yani, Duman Otel yok diyemem ama gitseniz bulamazsınız. Duman Otel’i Sayfa 57’de bulabilirsiniz ancak. Bu yüzden, iyi ki “yazmak” ve “okumak” var.
Biraz da yazarlık üstüne konuşalım. Simsiyah ve Duman Otel’in maceraları nasıl başladı? Önce bir tema mı beliriyor kafanda, karakterler mi, yoksa bir ilham anında mı hepsi birden mi geliyor?
Önce tema geliyor. Daha doğrusu fikir. Ben fikre, üsluptan da, dil işçiliğinden de, biçimden de fazla bir önem addediyorum. Eğer bir fikir yoksa, sadece güzel duygulardan bahsetmenin, bir şeyleri güzel güzel anlatmanın hiçbir manası yok. Hatta uzak durulmalı. Sonra tema, sonra hikâye ve kurgu. Karakterler ihtiyaç halinde kendileri çıkıp geliyorlar zaten.
Kitabı yazma sürecin nasıl işliyor peki? Bir fikir buldun ve yazmaya karar verdin. Sonra?
Kurguyu belirliyorum. Hikâyenin dönemeçlerini, nasıl ilerleyeceğini, nerede tırmanacağını ve nasıl biteceğini önceden belirliyorum. Bunları yazının akışına bırakmıyorum ama yazma süreci içinde değişebiliyorlar elbette. Önce hızlıca, olabildiğince hızlı, tam bir müsvedde yazıyorum. Sonra da onun üzerinde çalışmaya başlıyorum.
Bir yazarı besleyen en önemli kaynak nedir sence? Hayal gücü mü, çok okuması mı, disiplinli çalışması mı, çok gezmek mi, yetenek mi ya da başka bir şey mi?
Sorudaki sıralama doğru gibi. Hayal gücü, çok okumak ve disiplinli çalışma. Hayal gücünün parantezini geniş tutarsak, (hayal etmek, tasarlamak, cesaret, denenmemişi denemek, denenmişi bir daha denemek ve o an için hangisinin isabetli olduğuna karar verebilmek) bu üçü bana göre yeterli. Çok gezmenin doğrudan bir faydası bence yok. Daha doğrusu, gezip görmek elbette iyidir de, şart değil. Yetenek ise biraz metafizik bir konu. Estetik, kompozisyon, retorik gibi konulara bir yatkınlık, aşinalık olabilir. Tek başına yazmaya yetenekli olmak diye bir şeyin varlığına pek inanmıyorum.
Sen aynı zamanda felsefe bölümünde okuyorsun. Yazdıklarına bir etkisi oluyor mu?
Oluyor. Duman Otel’e doğrudan etkisi oldu ama bu bilinçli bir etkiydi. Bunun yanı sıra felsefe eğitiminin, içten içe hamuruma karışan bir etkisi olduğunu da düşünüyorum. Felsefe bir yandan düşüncenin ve düşünmenin tarihi. O akıllı ve çalışkan insanları gördükçe okudukça, insan ister istemez kamçılanıyor. Geride bir şeyler bırakmak istiyor kendi gücü yettiğince. Felsefe, bir yandan da dil ve yorum ile de iç içe. Bunun da kuramsal anlamda katkıları oluyor.
Bir yazar olarak sen neler okuyorsun? Okuma listelerin var mı?
Ben liste işini çok seviyorum. Klasik roman, çağdaş roman, Türkçe roman, öykü, felsefe, kuram, çizgi roman üzerine bir dolu listem var ve belli bir düzende bu listeleri takip ediyorum. Günlük, en az 50 sayfa okuma kotası koydum kendime. Elimden geldiğince sadık kalmaya çalışıyorum. Bunların yanı sıra yazmayı planladığım romanlarla ilgili okumalar yapmak durumda kalıyorum. Zaman zaman yeniden okuma da yapıyorum. Okuyacak çok şey var ve ömrümüz maalesef yetmeyecek.
Bize beş roman öner desek?
Öneririm tabii ama birkaç ay sonra yeniden sorsalar kesin başka romanlar öneririm. Beğenilerim o dönemki ruh halime, arayışlarıma ve en çok da son okuduklarıma göre değişiyor. Şu an için, yeni okuduğum ve çok beğendiğim beş roman:
- Dostoyevski – İnsancıklar
- Ian McEwan – Cumartesi
- Nahid Sırrı Örik – Kıskanmak
- Balzac – Goriot Baba
- Soljenitsin – Ivan Denisoviç’in Bir Günü.