Bir sanat dalı, üstelik sanatların en seçkini olarak opera, aynı zamanda ülkemiz özelinde bakarsak en bahtsız sanatlardan birisi de. Tıpkı klasik müziğe de uyarlandığı gibi, “Bayburt Bayburt olalı böyle eziyet görmedi” şeklinde bazı olumsuz yargılara maruz kalınan sanatlardan birisi. Bu olumsuz bakışa sahip olunmasında en temel faktör kuşkusuz bu sanat dalının ülkemizde yeterince bilinmemesi. Halbuki Türkiye gururla belirtilmesi gerekir ki, hem opera kurumunu oluşturmuş, hem de kendi dili ve ezgileriyle opera yapıtlarını yaratmış bir ülke.
Bu klasmana Almanya, Avusturya, Danimarka, Finlandiya, Macaristan, Polonya, Rusya, Portekiz gibi ülkeler de dahil. Tarihimiz mercek altına alındığında opera sanatı ile ilgili ilginç anektodlar da ortaya çıkıyor. Sultan Abdulaziz’in 27 Temmuz 1867 tarihli Viyana gezisinde operaya gitmiş olması ya da II. Abdulhamid’in opera tutkunu olup, Yıldız Sarayı’nda ayrı bir opera kısmı oluşturması ve ciddi temsiller yapması ya da daha yakın tarihlerde Atatürk’ün ateşemiliter olarak görev yaptığı Sofya’da, sıkı takip ettiği bir opera temsili sonrasında Sobranye (Bulgar Millet Meclisi) üyesi Şakir Zümre Bey’e söylediği “…adamların Balkan Savaşı’nı niye kazandıklarını şimdi anladım” diyerek bu sanata olumlu bakışını yansıtması gibi.
Opera’nın yeterince bilinmemesinin temel nedenleri arasında, opera ile ilgili bilgilendirici gerek akademik, gerekse popüler yapıtların oldukça noksan olmasını da katmak gerekir. Bu açığı kapatan kitaplardan birisi olarak Pınar Aydın O’Dwyer’in Akılçelen Kitapları tarafından basılan “Opera Kitabı” isimli çalışması başta geliyor. Yazar bilgi eksikliğine giriş kısmında değinerek kitabın nihai amacından da bahis açıyor.
“…iki yıl süren yazım sürecindeki amacım operaseverlere derli toplu bir kaynak sunmak ve henüz opera ile tanışmamış olanlara bir kapı açabilmekti. Okuyan ister baştan sona okuyabilsin, ister aradığı konuya doğrudan ulaşabilsin istedim. En çok da operanın ne denli emek yoğun ve büyük kadro gerektiren bir sanat dalı olduğunu vurgulayabilmeyi arzu ettim.”
Kitap oldukça akıcı olduğu gibi, meramını aksettirmede görsellerden faydalanma itibariyle de oldukça başarılı. Tıp eğitimi alan ve göz hastalıkları alanında ihtisaslaşan yazar, kitabın hazırlanış aşamasında birçok solist, koro sanatçısı ve rejisörden danışma katkısı da alarak çalışmaya imza atmış. Kitap şarkı söylemenin tarihi ile giriş yapıyor. Bu bölümde, bilmeyenlerin merakla sorduğu “neden operada garip şekilde şarkı söylenir?” sorusunun cevabını bulabiliyorsunuz. İkinci bölümde ise yazarın bir tıp hocası olmasının da etkisi ile müziğin fizyolojisi teknik boyutuyla ele alınmış. Ses tınısı, müzik hafızasının oluşumu, müziğin algılanma ve solunum sistemleri gibi sürekli duyduğumuz, ne var ki bilimsel manada cevap bulamadığımız bir çok konu etraflıca, tıbbi terimlerin karşılıkları da açıklanarak belirtilmiş.
Üçüncü bölümde ise artık operaya tam anlamıyla giriş yapılıyor. Opera’nın tanımından, zengin işi bir sanat olup olmadığına kadar az bilinenler bir bir karşımıza çıkıyor. Burada parantez açmam gerekir ki; Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürü Murat Karahan’ın da bir röportajı sırasında isabetle belirttiği gibi opera, zengin bir sanattır, yoksa zenginlerin sanatı değil. İşte kitapta bunun sağlaması olarak opera sanatçılarının mikrofonsuz şarkı söylemeleri, operanın sahnelendiği alanın nispeten küçük olmasını gerektirdiğinden bunun imkanlar ölçüsünde küçük bir topluluğa ulaşması doğallığından hareketle operanın sanki salt seçkin bir kesime hitap ettiği yanılgısını açıklıyor. Ancak zamanla genişleyen teknik imkanlar ile opera bugün özellikle öğrenci ya da alt gelir grubu kesimlerinin de ilgi gösterdiği bir sanat haline geldi. Tabi ki bu bir bakıma kültürle de ilgili. Çünkü opera bilgisi bir çok farklı sanat disiplini ile içli dışlı olmayı gerektiriyor.
Kitabın ilerleyen safhalarında opera sanatının Avrupa köylerindeki yaygın bir sanat olması da ele alınmış. Dördüncü bölümde, opera tarihi kısmını görüyoruz. Burada opera öncesi dönem olan antik çağ ve MS 1600’li yıllar, akabinde ise operanın ilk dönemi olarak ele alınan MS 1600-1700 yıllar örnekleri ile okuyucuya gösteriliyor. Bu kapsamda Avrupa Kraliyet ailelerinden Ferrera Dükü Alfonso d’Este ile tanınmış karakter Lucrezia Borgia’nın evlenme törenlerinde “intermezzio” adı verilen Plautus’un komedyaları arasına yerleştirilen ara oyunları dekorlara karşın sıkıcı bulunduğundan bunlara müzik eklenmesi fikrinin ortaya çıkması ve müzikle şarkının tören dışı kutlamalarda sahnedeki yerini almasıyla, bunun aynı zamanda operanın günümüz ölçeğine yakın bir forma bürünmesine de yol açtığı izah edilmiş. Bu dönemde oda müziklerinin yaygılaşması, İngiltere’de özellikle Henry Purcell’in barok tarzı eserleriyle operayı yaygınlaştırması da yine dikkate değer bilgilerden.
Operanın ikinci dönemi ise 1700-1800 yılları arasına tekabül ediyor. Özellikle 18. yüzyılın ilk yarısında Georg Friedrich Haendel’in klasik müziğin enstrümantal ve vokal farklı tarzda besteleri yanında yazmış olduğu çok sayıda opera ile barok tarzının döneme damgasını vurması, İtalyan besteci Vivaldi’nin Piovene’nin librettosu üzerine bestelediği “Bajazet” operasının etkileri ile operada barok estetiğin bu dönemde çok önemsenmesi, bu dönem operasının hatırı sayılır yanları. Bilhassa güzel söylemenin yanında drama ve dramaturjiye ağırlık verilmesinin “opera seriea” adı verilen reform hareketini doğurması ve “Bel canto” adı verilen aryaların Bellini, Donizetti, Rossini ve Vivaldi gibi bestecilerin yapıtlarıyla ortaya çıkması da etraflıca kitapta kendisine yer bulmuş. Ve operanın üçüncü dönemi yani 1800 ve 1900’lü yıllar. Dönemin en önemli opera temsilcilerinden Giuseppe Verdi’nin kahramanlık konularını içeren eserleriyle operanın babası sıfatını alması, Rusya’dan temsilcilerin, ki bunlar arasında Mikhail İvanoviç Glinka, Piotr İlyiç Çaykovski, Korsakov’un etkin konumları ile Çeklerden Antonin Dvořák, Bedřich Smetana ile Leos Janáček’in ortaya çıkması ile operanın Avrupa’nın gelişen ve genişleyen bir sanat olarak yol alması da bu kitaptan edindiğimiz bilgiler arasında. 1900’lü yıllardan günümüze kadar gelen dönem olan çağdaş dönemde ise Richard Strauss, Claude Debussy ve Puccini’nin önemli özgül ağırlıklarının bulunduğunu belirtmekle yetinelim.
Kitabın ilerleyen bölümlerinde ülkemizdeki operanın da tarihine ayrıntılı olarak yer verilmiş. En dikkate değer nokta yaşamının büyük bir kısmını ülkemizde geçiren ünlü besteci Gaetano Donizetti’nin ağabeyi Giuseppe Donizzetti’nin paşa ünvanı alarak 1842 yılında “Belisario” adlı operayı sahneleyerek Türk tarihinde ilk opera temsilini sağlayan kişi olarak tarihteki konumunu almasıdır. Ardından Cumhuriyet döneminde Ankara’yı ziyaret eden İran Şahı’nın onuruna hazırlanan sanat gecesinde Ahmet Adnan Saygun tarafından sahnelenen ilk Türk operası olan “Özsoy” operası ve Necil Kazım Akses’in opera sanatına kattıkları da yine etraflıca ele alınan kısımlardan. Kitapta bu tarihsel veriler dışında tarih sırasına göre opera sınıflandırması olan “Barok”, “klasik”, “romantik”, “gerçekçi (verismo)”, “çağdaş opera”; eser tipine göre “opera seria (ciddi opera)”, “opera buffa (komik opera)”, “opera semiseria (yarı ciddi opera)”, “singspiel (şarkılı oyun)”, “grand opera (büyük opera)”, “kısa opera”, “intermezzo”, “dramna giacoso (neşeli dram)”, “oda operası”, “çocuk opera”ları da yine ayrıntılı olarak görülebilir. Kitap bununla birlikte opera ile ilgili sıklıkla duyduğumuz ancak teferruatına tam vâkıf olmadığımız bir çok konuyu, gayet anlaşılır şekilde ele almış. Örneğin, en basit kavramlardan olan uvertür’ün bir başlangıç müziği olduğu, arya ve solo arasındaki farkları, düet, terztet, kuartet, kentet, seksten’in ne olduğu ile opera şarkı söylenme biçimlerini de başlıklar altında başarılı bir şekilde ele alınmış. Kitabın sonlarında ise oldukça faydalı bir şekilde opera sanatı ile yeni tanışacaklara öneriler, çeşitli opera festivalleri işlendiği gibi sözlük ile de opera sanatı ile alakalı bir çok kavramı açıklayıcı bilgiyi edinmemiz mümkün hale geliyor. Opera sanatına dönük peşin hükümlerden uzaklaşarak, bu zengin sanatın temsilleriyle daha yakın bir ilginin sağlanması inanıyorum ki, opera sanatını hak ettiği yere getirecektir. Zira, temsillerin doluluğu, oyun ve oyuncu zenginliklerinin gelişmiş ülke temsillerini aratmaması, Semiha Berksoy, Leyla Gencer, Aydın Gün, Suna Korat, Sevda Aydan gibi dünya standartları ölçüsünde büyük sanatçıları yetiştiren bir ülkenin özellikle salon sayılarını da genişleterek operaya gerekli değeri vereceğine, bunun potansiyelini taşıdığına inancım sonsuz.
Bu kitap ve bunun dışında Zeynep Oral’ın “Leyla Gencer-Tutkunun Romanı”, İlyas Evinoğlu’nun “Ben Leyla Gencer”, Eflatun Neimetzade’nin “Opera Sanatı”, Aydın Büke’nin “İki Dahi Üç Opera” gibi eserleri de bu kitap ile birlikte okuyucularının bu sanat hakkında bilgi sahibi olacağı faydalı kitaplar olarak raflarda bekliyor. Ezcümle seçkin sanat opera, izleyenleri kadar kendisine gösterilecek ilgiyi de arıyor.
- Opera Kitabı – Pınar Aydın O’Dwyer
- Akılçelen Kitapları
- 190 sayfa.