Arkadaşlarla Sohbetler serisinde hayatlarında kitaplara oldukça önem verdiklerine şahit olduğum arkadaşlarımı misafir edeceğim. Bu misafirliklerinde okudukları ve kendilerinde farklı noktalara değindiğini hissettikleri kitapları seçmelerini ve hazırladığım kalıp sorulara seçtikleri her bir kitap için cevap vermelerini isteyeceğim. Kitap tavsiye etmenin yanı sıra tavsiye edenlerin hayatlarında sızlayan noktaları da öğrenmiş olmanın değerini biliyor ve bunu çoğaltmak için Arkadaşlarla Sohbetler serisini başlatıyorum.
Umarım en az benim kadar keyif alırsınız. İyi okumalar. 💙
Korkma Güzel Rüyalar da Var, Mehmet Can Şaşmaz
Yapı Kredi Yayınları, 2022
Kitabın içerisinde kalbini yakaladığını fark ettiğin o anı anlatır mısın? Seni çeken o “şey” neydi?
Korkma Güzel Rüyalar da Var, çok alışık olmadığımız öykü-roman-öykü güzergâhının şimdilik son durağı. Genelde türler arası bir hiyerarşi varmış zannederiz ve öykü yazan birinin yolu ille de romana varır gibi düşünürüz. Mehmet Can Şaşmaz da aslında evet öyküden sonra roman yazmış ama ne hikmetse sonra bir öykü kitabı daha çıkardı: Korkma Güzel Rüyalar da Var. Ben Mehmet Can Şaşmaz’ın doğrusu iyi bir öykücü olduğunu düşünüyor ve böyle kalmasını diliyorum. Özellikle Unutulmaz Bir Misafir ve Balkon Cefası isimli öykülerinde, neden öykü yazması gerektiğini açıkça ortaya koyuyor bence. “O An” benim için Balkon Cefası’nda her şey yolunda giderken birden büyük bir hüsranla bitmesiydi. Unutulmaz Bir Misafir’de de bunun tam tersi var. “Tüh be” dediğiniz yerde, işler öyle bir tersine dönüyor ki değmeyin kahramanımızın keyfine. Bu okura yapılan ters köşeler benim çok hoşuma gitti. Aslında hayatın da ta kendisi gibi.
Diyelim ki bu kitabın bir kahramanı da sensin. Nerede, hangi karakterin yanında olmak isterdin?
Kitabın 79. sayfasında bir eskici sahnesi vardır. Erkek karakterin balkonu pimapenle kaplı ve eşyalarla dolu, sıkışıktır. Karşı balkondaki kadın karakterin balkonuysa son derece sadedir ve diğer karakterin dikkatini çeken bir biber fidesi vardır. Karakterler karşılıklı bakışırken birden gür sesiyle eskici dikkatleri üzerine çeker ve karakterimizin balkonundaki fazlalıkları almak için yukarıya davet edilir. Oradaki eskici olmak, sade olduğu düşünülen balkona bir de eskici gözüyle bakmak, bir balkondan diğerine transfer edilecek eşyaları seçmek isterdim.
İçlerinden iki karakter seçmeni rica ediyorum şimdi. Bu soracağım soruyu ben her okuduğum kitabımda mutlaka yapıyorum. Seçtiğin iki karakteri karşına alsan onlara ne söylemek ya da sormak isterdin?
64. sayfada Aşk Pahası isimli öykünün finalinde, sahilde öpüşen iki kişinin toplum baskısı karşısındaki tutumu öne çıkıyor. Ekibin üçüncüsü olarak, iki yetişkinin öpüşmesinden rahatsız olanlara karşı ayağa kalkar, “Çocuk tecavüzcüsü hacı hocalara sesiniz çıkmaz ama şurada birbirini öpen iki yetişkinden rahatsız oluyorsunuz ha!” diye çemkirirdim. Yazar da kadın karakter Suzan’ı böyle konuşturmuş. Aferin ona.
Kendinde ortak gördüğün veya senin hayatında olmayan ama bu kitapla var olacak olan o ayrıntı nedir?
Kitap, Rüya Ustası öyküsüyle bitiyor. Rüyadayken, rüyada olduğunu anlıyor karakter. Çok nadirdir rüya gördüğüm ama bazılarında, ben de boş ver diyorum, rüyadasın, birazdan uyanacaksın, “Korkma, güzel rüyalar da var!”
Babamı Kim Öldürdü, Edouard Louis
Çeviri: Ayberk Erkay
Can Yayınları, 2020
Kitabın içerisinde kalbini yakaladığını fark ettiğin o anı anlatır mısın? Seni çeken o “şey” neydi?
Bazen hikayesi olmayan ya da zayıf hikayeleri olan metinleri, sırf dili, anlatımı ve akışı nedeniyle okuduğum, bitirdiğim oluyor. Sonunda güzel ama eksik bir edebi tat da kalıyor aslında. Babamı Kim Öldürdü, hem hikayesi olan hem de hikayenin akıcı, sade bir anlatımla aktarıldığı bir örnek metin benim için. 51 sayfalık bir kitap Babamı Kim Öldürdü. Tam ortasında, “baba karakterin, kendisine yalan söylenmesinden dolayı duyduğu öfkenin” aktarımı var. Hem acele edilmeden yapılmış bu hem de çok dramatik hale getirilmeden, sahici anlatılmış. İşte “o andı” benim için ve tabii ki devamı, finali.
Diyelim ki bu kitabın bir kahramanı da sensin. Nerede, hangi karakterin yanında olmak isterdin?
Şunu fark ettim ki, ben karakterlerin yanında olmayı hiç düşünmemişim. Okur, sanırım karakterin yerine koyuyor kendini. Ama şöyle bir düşündüğümde ana karakterin yanı başında, aklı selim biri olarak durmak, “babanı kışkırtma” demek isterdim.
“… Anneme bakıyorum, meraktan çatlamak üzereyim, sabah beni aşağıladığı için acı çekmesini istiyorum. Acı çekmesini istiyorum ve babamla ağabeyimin kavga etmesinin ona acı çektirmenin en iyi yolu olduğunu biliyorum.” İşte burası kitabı finale götüren ve birazdan olacakların habercisi adeta. Sahi, Babamı Kim Öldürdü!
İçlerinden iki karakter seçmeni rica ediyorum şimdi. Bu soracağım soruyu ben her okuduğum kitabımda mutlaka yapıyorum. Seçtiğin iki karakteri karşına alsan onlara ne söylemek ya da sormak isterdin?
Burada anne ve baba karakterlerin, aile içindeki yerleşimleri bir bakıma sorunlu görünüyor. Yani, sorunlu anne babanın konumlandığı bir çatı altında birleşmiş bireyler. O sabah ana karakterimizi aşağılamasa işler buraya gelir miydi yoksa baba karakter, bir yolunu bulup ağabeyle kavgaya tutuşur ve yazara Babamı Kim Öldürdü diye sordurur muydu? Ek olarak ağabey karakteri, bir yerde “küçüklük bende kalsın” yolunu seçseydi, nasıl bir finale giderdik merak ediyorum.
Kendinde ortak gördüğün veya senin hayatında olmayan ama bu kitapla var olacak olan o ayrıntı nedir?
Kitabın sonunda siyasi serzeniş içeren birkaç paragraf var ve iğne de çuvaldız da dönemin politik karakteri Macron’a batırılıyor. Bir nevi zülfü yâre dokunuyor yazar. Bu sonu çok sevdim. Siyasetin, siyasilerin hayatımızda her şeyden fazla etkisi olduğunu düşünüyorum. Birçok faktör de gelip bu siyaset denen şeyden nasibini alıyor. Beklenmedik bir sondu benim için ve kurgu dışı bu eleştiri metni, kendimi içinde bulduğum, içinde olmaya devam edeceğim bir alan gibi duruyor.
Dul, Jean-Louis Fournier
Çeviri: Can Belge
Yapı Kredi Yayınları, Haziran 2013
Kitabın içerisinde kalbini yakaladığını fark ettiğin o anı anlatır mısın? Seni çeken o “şey” neydi?
Aslında, “Dul” ilk sayfasından son sayfasına kadar bir yaşam öyküsünden yola çıkarak geride kalanın sıradan, yalnızlaşmış, bazen karamsar bazen umutlu hayatını, kötü bir romantizme kaçmadan nasıl edebi bir dille ve tatla anlatılacağını gösteren, anlatı türü için en iyi örneklerden biri. Bunu, Fournier’in tüm eserleri için düşünmekle birlikte, Dul, diğerlerine oranla tanıdık duygulardan dem vurduğu için bana daha yakın gelmiş olabilir. Kitabın başlangıcında şöyle yazar: “Artık dulum. 12 Kasım günü Sylive öldü.” Bu yazının devamı da vardır ama bu iki cümle bile yeteri kadar vurucudur. Arka kapakta da Sylvie’nin bir fotoğrafı vardır. Bir o fotoğrafa bir başlangıç cümlesine baktığınızda, sizi yakalar ve “Hadi yola çıkıyoruz,” der. Çıktığım bu yolda en güzel tesadüf, kitabı benim 12 Kasım’da başlayıp aynı gün bitirmiş olmamdı. Kitap bittiğinde Sylvie’nin beni terk ettiğini, benim de hayatımdan da çekip gittiğini hissettim ve şu cümleleri dönüp tekrar okudum: “Sylvie beni terk etti. Ama başka biri için değil. Güz yapraklarıyla birlikte kibarca yere düştü.”
Diyelim ki bu kitabın bir kahramanı da sensin. Nerede, hangi karakterin yanında olmak isterdin?
Aslında yanında değil de yerinde olmak istediğim biri var. Kitabın 83. sayfasında bahsedilen ama adı belirtilmeyen o “France 2 kanalındaki gazeteci” olmak isterdim. Yakışıklı olduğu için Sylvie’nin de beğendiği, yakışıklı bulduğu o gazeteci… Fournier, siyah bir kravat taktığından ve biraz üzgün göründüğünden bahsediyor. Biraz da kıskançlıkla “acaba o da mı seni seviyordu” diye soruyor. O gazetecinin yerinde olmayı isterdim. Bülteni açarken siyah kravatımı biraz gevşetirdim ve yüzümü ekşiterek, sıkılgan bir tonla, “12 Kasım günü Sylvie öldü. Çok üzücü.” derdim.
İçlerinden iki karakter seçmeni rica ediyorum şimdi. Bu soracağım soruyu ben her okuduğum kitabımda mutlaka yapıyorum. Seçtiğin iki karakteri karşına alsan onlara ne söylemek ya da sormak isterdin?
Ben de tıpkı Marquez’in söylediği gibi, “sevdiklerimizin eşyalarıyla birlikte ölmeleri gerektiğini” düşünüyorum. Bu sebeple önce karşıma Marie’yi alırdım ya da tam Sylvie’nin eşyalarını Emmaüs Hayır Kurumu’nda çalışan kişilere vermeyi önerdiği sırada karşısına geçip, “Sus Marie,” derdim. Böylesine sevdiğim ve arkasından bu denli yakışıklı bir yas tuttuğum kadının eşyalarını kimseciklere veremezdim. Madem, Sylvie yakılırken eşyaları yakılmadı, o halde hepsini yerli yerince saklar, her sabah her akşam dolabı açıp onları Sylvie’nün üzerinde hayal ederdim. Hatta bu bağlılık, şizofrenik bir yere doğru da götürebilirdi beni. Sylvie için her güne özel kombinler hazırlar, karşına geçip yorumlar yapardım. Bugün yine çok güzelsin Sylvie!
İkinci karakter de aslında Fournier’ın ta kendisi olurdu. 54. sayfada, telefon rehberinden Sylvie’yi nasıl sildiğini ve sonrasında “kendisini atom bombasının kırmızı düğmesine basan cumhurbaşkanı gibi hissettiğini” anlatan bir sahne var. O sahneyi yeniden yazmak isterim: Ekranda küçük bir çöp kutusu resmi belirdi. Evet deseydim kapağı kapanacak, seni böylece çöpe atacaktım. Yapamadım Sylvie.
Kendinde ortak gördüğün veya senin hayatında olmayan ama bu kitapla var olacak olan o ayrıntı nedir?
Kendimle ilgili aynı şeyi düşünürdüm. Fournier, Sylvie’den bahsederken, “Bana kimsenin beğenmediği bana kırk yıl dayandı,” diyor. Hiç kimsenin bana değil kırk yıl kırk dakika dayanmak zorunda olmasını istemem. Ne yazık, diğer ortak gördüğüm ayrıntı, Fournier’in Sylvie’nin arkasından kurduğu şu cümlede ışıl ışıl parlıyor: “Bir kitap var ki, henüz bitirmemişsin, ne yazık ki bitiremeyeceksin de.” Sanırım, hiç bitmeyecek şeylere her defasında bin bir hevesle başlıyorum ben de. Belli mi olur, belki bir gün…
Çador, Murathan Mungan
Metis Yayınları, 2004
Kitabın içerisinde kalbini yakaladığını fark ettiğin o anı anlatır mısın? Seni çeken o “şey” neydi?
Göç, azınlıkların mağduriyetleri, siyasi-politik bir konuyu tatlı bir kurguda okura sunan yazarları, kitapları başımın üstünde taşıyorum. Çador da böylesi bir etki bıraktı bende. “Birbirlerine anlatacaklarını çabucak tüketmiş, yol uzadıkça da konuşma heveslerini yitirmişler.”
“Boğazını temizledi Akhbar. Güven verici olmak istiyordu: “Benim, Akhbar,” dedi. “Annemi arıyorum.” O an gibi o an değil mi sizce de?
Diyelim ki bu kitabın bir kahramanı da sensin. Nerede, hangi karakterin yanında olmak isterdin?
Akhbar’ın yanında olmak, baharatçı dükkanını birlikte gezmek isterdim. O koku, o büyüleyen tatlar, geride kalmış pek çok şeyi canlandırıyor, hatırlatıyor, acıtıyordu belki de. “Girdiği baharatçı dükkanındaki keskin kokular birdenbire başını döndürdü. Bu yüzden fazla oyalandı. Dükkânın içinde ağır adımlarla dolaşan Akhbar, kokusunu tanıdığı bitkileri yüzünde belli belirsiz bir gülümsemeyle içinden sayıyordu.”
İçlerinden iki karakter seçmeni rica ediyorum şimdi. Bu soracağım soruyu ben her okuduğum kitabımda mutlaka yapıyorum. Seçtiğin iki karakteri karşına alsan onlara ne söylemek ya da sormak isterdin?
Bin bir uğraş sonunda ailesini bulan Akhbar’ın cılız ışıklı camlara yansıyan yorgun yüzü olmak, gölgesi olmak ya da sonunda kavuştuğu annesinin yanında olmak isterdim. “Onları gördüğünde kendini tutabilen Akhbar’ı birdenbire ağlatan şey, annesinin yemekleri sayması oldu. Ne kadar yemek sayarsa, oğlu bir daha gitmezmiş gibi sayıyordu.”
Kendinde ortak gördüğün veya senin hayatında olmayan ama bu kitapla var olacak olan o ayrıntı nedir?
Ortak olduğunu hissettiğim şey, insan sürekli arayışta. Çocukluğunu, gençliğini, beş yıl öncesini, annesini, ailesini… Arayış hepimiz için. Şanslı ki bazıları, sonunda kavuşuyorlar.
Aziz Bey Hadisesi, Ayfer Tunç
Can Yayınları, 2000
Kitabın içerisinde kalbini yakaladığını fark ettiğin o anı anlatır mısın? Seni çeken o “şey” neydi?
Lafı hiç gevelemeden direkt olarak durumu önümüze seren kitaplar okumak da bazen iyi gelebiliyor. “Bir gece Zeki’nin meyhanesinde acıklı bir hadise oldu. Zeki, Aziz Bey’i tartaklayıp dışarı attı.” Gel de merak etme. Ne oldu ne istedi de Aziz Bey’den, Zeki denen herif dövdü de gönderdi mekânından. Merak edenler sayfayı kıvırdı bile.
Ek olarak kitabın 50. Sayfasının sonlarında şöyle yazar: Halası aniden “Annen öldü,” dedi. “Gittiğin gün.” Çaydanlıktan taşan su sobaya damlayıp cızırdadı. İşte koşarak uzaklaşmaya çabalasanız da yakalanacağınız o andır bu.
Aziz Bey Hadisesi, galiba “o anlar” kitabı oldu benim için: O elbiseyi giydikçe babasıyla barıştı, onun suçunu paylaştı.
Diyelim ki bu kitabın bir kahramanı da sensin. Nerede, hangi karakterin yanında olmak isterdin?
İki yerde olmak isterdim. Sobadan çıkan cız sesiyle birlikte Aziz Bey’in sırtını sıvazlamak isterdim.
Bir de filmi ileri sarıp, “Aziz Bey’in gençlerin masasına gidip, şarkı isteklerinin yer aldığı peçeteyi gösterip, kim istedi bunları?” dediği sahnede, yanında yöresinde durup olacakları engellemeye çalışan bir meyhane çalışanı olabilirdim. Boş verin Aziz Bey, çalıp söylememize bakalım biz.
İçlerinden iki karakter seçmeni rica ediyorum şimdi. Bu soracağım soruyu ben her okuduğum kitabımda mutlaka yapıyorum. Seçtiğin iki karakteri karşına alsan onlara ne söylemek ya da sormak isterdin?
Aziz Bey, tam da babasının hatırasıyla kendini bulmaya çalışırken, buna zarar veren Zeki’ye bir çift sözüm olabilirdi belki. “… Aziz Bey meyhanenin önündeki çamurlu su birikintisine, kostümün boydan boya yırtılan kolu Zeki’nin elinde kaldı… Aziz Bey, ver kolumu diye inledi.” Zeki! Ver ulan kolu.
“Bahri kapıyı açtı, dışarı çıktı… Aziz Bey’in sokağın sonuna doğru yürüdüğünü gördü.” İşte tam da burada, Ah be Bahri, gitseydin ya yanında derdim. Ben Bahri olsam, çok yükseklerden dibe vuran bu adamı, kendisini böylesine kötü hissettiği bir akşamda yalnız bırakmaz, yanında giderdim.
Kendinde ortak gördüğün veya senin hayatında olmayan ama bu kitapla var olacak olan o ayrıntı nedir?
Yaklaşık on iki yıl önce, bizim evde de “Çaydanlıktan taşan su sobaya damlayıp cızırdamıştı.”
Tanrı Olmak İsteyen Otobüs Şoförü, Etgar Keret
Çeviri: Avi Pardo
Siren Yayınları, 2010
Kitabın içerisinde kalbini yakaladığını fark ettiğin o anı anlatır mısın? Seni çeken o “şey” neydi?
Etgar Keret, bence yeryüzündeki her şeye dair öykü yazabilecek bir kalem ve müthiş bir anlatıcı. Bunun en iyi örneklerinden biri “Domuzu Kırmak.” 3 sayfalık öyküde, öylesine sağlam bir kurgu var ki uzun uzun anlatıp da erişebilecek bir son için okuru hiç yormuyor ve birkaç dakikada o dramatik finale doğru gidiyorsunuz. Yaovi’nin, domuzunu, kumbarasını, yani canım Margolis’ini kırmamak için babasından gizli, gidip onu tarlaya gömdüğü an, tam da “o andır” benim için.
Diyelim ki bu kitabın bir kahramanı da sensin. Nerede, hangi karakterin yanında olmak isterdin?
Domuzu Kıramak’tan, Yaovi’den ve Margolis’ten vazgeçmek istemiyorum. Vazgeçemediklerim arasında önce Yaovi olmak, Yaovi’nin yanında olmak isterdim. Böylesine sadakatle sevip sakındığımız çok az kimse, çok az şey kaldı hayatta. Sonra biraz Margolis olmak ya da onunla birlikte olmak isterdim. Bir çocuğun umu olmak, bağlılıkla sevilmek ne muhteşem şeydir kim bilir.
İçlerinden iki karakter seçmeni rica ediyorum şimdi. Bu soracağım soruyu ben her okuduğum kitabımda mutlaka yapıyorum. Seçtiğin iki karakteri karşına alsan onlara ne söylemek ya da sormak isterdin?
Buradan Yaovi’nin anne babasına sesleniyorum. Geçin şöyle karşıma. Ey Yaovi’nin babası! Çocuğa sorumluluk bilinci aşılamak konusunda muhteşem bir adım atmışsın. Her şey tamam da çocuğun bu kadar bağlandığı, bağımlı hale geldiği, sahiplendiği domuzu kırmak da nesi? Domuzu Kırmasınlar!
Peki sen Yaovi’nin annesi? Biraz öne çık, diyaloğun olsun, öyküde senin de adın geçsin isterdim. Artık olan oldu, Yaovi ve onun sevdikleri bundan böyle sana emanet. Yaovi’yi Üzmesinler!
Kendinde ortak gördüğün veya senin hayatında olmayan ama bu kitapla var olacak olan o ayrıntı nedir?
İş Bankası’ndan aldığımız kumbaralarımız vardı. İki erkek kardeştik, şimdi üç erkek kardeşiz. O zamanlar kardeşlerin bi’ büyüğüydüm şimdi en büyüğüyüm. Üç kardeş olduğumuz zamanlarda kumbaraların modası geçmişti. 90’larda, harçlıklarımızla ben ayrı biriktiriyordum, kardeşim ayrı. Kumbarasını önce doldurana Galatasaray forması alınacaktı. 10 numara. Belki Hagi de yazdırırdık. Parasıyla değil mi? Okulda, sokakta kuruş harcamıyor, gece gündüz evden çıkmıyorum ki aman harçlığım erimesin. Gel zaman git zaman kumbaralar doldu. Benimki onca çabanın sonucunda tabii biraz önceden dolmuş oldu ama elbette abilik bunu gerektirirdi, kardeşimin de kumbarasını doldurmasını bekledim, harçlıklarımdan da destek attım az biraz. İkimiz de tamamız artık. Sabahına alıyoruz formaları. 10 numara. Hagi de yazdırırız belki. Parasıyla değil mi? Beklenen o sabah uyandık. Ne forması ne numarası… Meğer iki kardeş, aylarca, hiç hesapta olmayan bir hırsıza para biriktirmişiz.
Yalnızlık Yenilemeden Kendini, Mahmud Derviş
Çeviri: Metin Fındıkçı
Can Yayınları, 2009
Kitabın içerisinde kalbini yakaladığını fark ettiğin o anı anlatır mısın? Seni çeken o “şey” neydi?
Barışı muştulayacak ölülerden bile kimse kalmadı.
…
Sizlere ilkyaz muştusunu veriyoruz, yeter artık
namluları gözümüze soktuğunuz
sırasıdır şimdi sevgililere armağanlar alıp birlikte
şarkı söylemenin.
Yalnızlık Yenilemeden Kendini, Mahmud Derviş’in son yedi kitabından derlenen şiirlerden oluşuyor. Elimdeki kitap 2009 baskısı, aynı yılın sonuna doğru kitabımı bitirdiğimi not almışım en son sayfasına. O zamanlar da Filistin’in hali ortadaydı.
Mahmud Derviş, 1941’de Filistin’de doğuyor, doğduğu köy 48’de İsrail’in eline geçince ailesiyle birlikte Lübnan’a göç ediyor. Ne yazık ki; 1948’de ve 2009’da savaşın soğuğu nasıl keskinse bugün de aynı gerçeklikle gözümüzün önünde adeta büyüyor, büyülüyor. Büyülendiğimizi, göz göre göre hayatımızı devam ettirmeye çalıştığımızı, sadece üzülmekle kaldığımızı, haberleri izlemeyerek sözde bu acıya dayanmaz yüreklerimize kendimizce su serptiğimizi (sandığımızı) inkar edebilir miyiz? Beni, Yalnızlık Yenilemeden Kendini’de çeken en çok da korku oldu. Dünlerde, bugünlerde ne olduysa, neler oluyorsa yarın da aynı şeylerin yaşanacak olmasından duyulan korku, endişe.
Diyelim ki bu kitabın bir kahramanı da sensin. Nerede, hangi karakterin yanında olmak isterdin?
106. sayfada, “Ölümden Önce Bir Kızılderilinin Beyaz Adam Önündeki Söylevi” isimli şiirde finale yaklaşırken şunları yazmış şair: “Geceden, bize iki yıldız bırak yeter, bozgundan artakalacak ölülerimizi gömmek için. Denizden dilediğini alabilirsin, bize iki dalga bırak yeter, hayatta kalacaklara balık avlamak için.” Kitap, az önce okuduğumuz dizelerde de olduğu gibi Kızılderililerden bahsederken, başka bir yerde.
Çingene kavminin göçüne ya da sırf barış uğruna annesine yalan söylemeyi seçen çocukların hayatlarına da en yakından ışık tutuluyor. Barış ve güzel günlerin hasretiyle donatılmış işte bu kitapta, “geride kalanlara balık avlamayı” düşünebilecek kadar erdemlilerden oluşan bir toplulukta olmayı isterdim.