“Hangi Avcı, hayın avcı
Gergin kanatlarının gölgesinde avlanır
Görmez mi ki, bilmez mi ki
Kendi ormanıdır” (0rman/Arkadaş Z. Özger)
Bazı kitaplar vardır anlatmak için can atarsınız, günlerce didikler sizi. En uygun kelimeleri bulup cümleye evrilmesini, dili ve kurguyu düşünürsünüz. Bir anda öylece kalem durmaz olur hızlıca akıp gider. Bazen de çok anlatmak isteyip anlatmayı bir türlü başaramayacağınızı düşündüğünüz için ertelersiniz. Hele daha öncesinde yazdığınız inceleme şiir gibi akıp giderken, elinizdeki bu kitaba haksızlık yapmak içinizden gelmez, günlerce taş gibi oturur yüreğinize.
“Düz Dünyacılar“ tam da böyle bir kitap. Konusu her daim gündemde, benim gündemimde. Belki de bu yüzden anlatabilmek için “Nasıl daha güzel anlatmalıyım?” sorusu ile günlerce boğuştum.
Baş karakterimiz bir sokak köpeği Necati. Sonra âşık olduğu Betül, arkadaşları Timuçin. Bir melek var alemi “Düz Dünyacı” olarak tanımlayan, bir de “insanlar(!)”. Masalsı, efsunlu bir dil.
Necati; iri, yakışıklı, cesur bir köpek. İnsanlar tarafından dövüştürülmüş, kovalanmış, dayak yemiş. Bu yüzden geceleri sokağa çıkmayı seven, insanları sevmeyen, çiftleşmekten hoşlanmayan çok akıllı bir köpek. Betül ise narin, ailesi diye hitap ettiği Fuat tarafından sokağa bırakılıp terk edilmiş (aradan üç yıl geçmiş ama onu hep bekliyor Betül), ama başına şiddetin her türlüsü gelse dahi insanları çok seviyor. Timuçin, Necati gelene kadar ortamın abisi. Arafta kalan, melek ve birileri tarafından da sürekli medyada “sokak köpeği”, ”sokak hayvanı” hatta söylenmesinden nefret ettiğim o saçma tabirle onları küçümseyen, ezen, hor gören kendisine efendilik taslayan insanları da anlatan bir roman.
Osmanlı’dan bu yana* acımasızca şiddet sarmalına uğrayan, tecavüz, dayak olaylarında bile “mal olarak görülme”leri sebebiyle bunu yapanların hiç hakkettiği cezayı almayıp elini kolunu sallayarak gezen “insanımsılar” ne de çoğaldılar. Kendini kendinden başka her türlü canlının, börtü böceğin, ağacın, kuşun, hayvanın efendisi sayan “insan”. Güçten, şiddetten, ezmeden, paradan yana tavrını koyan, kendini onlar ile var eden “insan”. Ötekinden ölesiye nefret eden, kendi önünde engel gördüğü her şeyi ötekileştiren, manipüle eden, linçleyen “insan”. Kendi gibi düşünmeyeni, kendinden olmayanı “İşte bu!“ diye işaretleyen. “Irkçı nedir?” diye sorsanız, “Ben değilim!” diyen ama tüm bunları ayrımsız yapıp can alan, can acıtan…
Son üç yılda sokak canları barınaklara kapatılıp, kürekle başları ezilerek öldürüldü ama katilleri salıverildi. Bir ekmek bulmak için açlıkla, soğukla, dayakla her gün karşı karşıya geliyorlar empati yeteneği giderek fakirleşen insanlar karşısında. Doğayı katleden her yeri beton yığınına çeviren zihniyetten milyonlarca yıl önce de vardı onlar oysa.
Sezgin Kaymaz, tüm bu gözü kulağı kapalı sadece kendi öğretisi ile yaşayıp giden insana onların gözlerinden (hayvanların) anlatmış yapılanları, yaşadıklarını.
Necati’yi okudukça seveceksiniz ey okur!
Romanın dili, olay örgüsü, hızlıca akıp giden metni, bölüm başındaki şiirleri ile kendine has bir dil yakalamış Sezgin Kaymaz. Öbür romanlarını okumadım ama bir metnini görünce “Evet bu onun eseri!” diyebileceğiniz bir üslubu var.
Romanın en önemli yanı “linç kültürünü” anlatması. Nasıl oluşup nereden beslendiğini, sandığımız gibi köpek saldırı ile değil öncesinde nasıl da farklı niyetlerle (tıpkı katliamlar gibi: Madımak, Gar vb.) yola çıkıldığını… Sığındıkları bahanelerde en çok da bu içimi yaralıyor. Hele bir de yaşam hakkı savunucularına ithamları nasıl da manipülatif!
Barınaklarda ölümler, hem de vahşice ölümler gerçekleştiği zaman türlü muhalif gazetelerin genel yayın yönetmenlerine bir yaşam hakkı savunucusu olarak muhalif medyanın nasıl olup da sessiz kaldığını sormuştum. Sadece biri yanıt vermişti: “Sahada yeterli muhabirimiz yok”. Oysa isteselerdi gönüllü birçok yaşam hakkı savunucusu onlara muhabirlik yapabilirdi. Ve hep şuna inandım, toplumun asıl gücü aydınlar tarafından oluşturulur. Edward Said “Entelektüel” kitabında şöyle der: “Entelektüel, belli bir kamu için ve o kamu adına bir mesajı, görüşü, tavrı, felsefeyi ya da konuyu temsil etme, cisimleştirme, ifade etme yetisine sahip olan bireydir.” (sayfa 28)
Bir yazar, bir ressam, bir tiyatrocu, bir sinemacı da bu görevdedir kanımca. Tıpkı gencecik komedi oyuncusu Ecem Erkek gibi. Söyledikleri nedeniyle öylesine pervasızca saldırdılar ki… “Linçlenme.” Gelinen yerde o kadar çok “öteki” yaratıldı ki. Acıları yarıştırma da dahil buna. Yeni bir kitap okuyup yeni bir film izlediğimizde bile dilimizdeki acılık gitmiyorsa tam da bu değil midir mutsuzluk?
Sezgin Kaymaz, ötekileri anlatmış; insan olmayan ama canlı olduğu unutulan ötekileri. Şimdi onları koruduğu varsayılan yasayı bile kaldırtmak için türlü türlü şeyleri yapanlara, vicdanları paradan yana atanlara değil bir nebze olsun kalbi atanlara, sözleri sevgi barındıranlara, iyiden, güzelden yana taraf olanlara… Hepsinin öldürülüp itlaf edilmesini isteyenlere karşı bizim tarafımız elbette ki türlerin eşitliği ey okur!
Naif, kırılgan, güçlü Necati’yi, güzel Betül’ü, yakışıklı Timuçin’i ve insanları(!) onların diliyle, doğrunun tarafıyla okuyun ey okur! Kalbinize iyi gelecektir, anlatılan hepimizin hikâyesidir aslında, kim bilir.
(*Bknz: Osmanlı’dan Erken Cumhuriyet’e Hayvan Katliamları ve Himaye / Ömer Obuz / İletişim Yayınları)
- Düz Dünyacılar – Sezgin Kaymaz
- İletişim Yayınları – Roman
- 228 sayfa