Yazma uğraşı, eyleme kendini adayanların kendilerini fark etmeleri ve gerçekleştirmeleri adına sınırsız imkânlar sunar. Yorucu, yıpratıcı, bazen sıkıcı bazen bunaltıcı olsa da, bu eylem sonucunda ortaya çıkan ürün, müellifini başladığı yerden ötesine taşımış olur. Yazma eyleminde kalemi neye odaklayacağını bilmek, yazar adayı için her daim bir sorun olmuştur. Ne anlatılmalıdır? Nasıl anlatılmalıdır? Gerçek ve kurmaca hangi noktalarda farklılaşacak, hangi noktalarda iç içe geçecektir? Bu okura nasıl hissettirilecektir? Denge nasıl kurulacaktır?
Ne zaman yazma eylemine dair düşünmeye başlasam, elimin altındaki sorulara yenileri ekleniyor. Yazmak sorular sormayı gerektiriyor. O sorulara cevaplar aramak gerekiyor. Edebiyat zaten biraz da doğru soruları sorma sanatı değil midir? Sorular soruyorsak, cevapları ve doğruları bulacağız ya da en azından doğru yola düşmenin niyetindeyiz demektir. Cevaplar doğru olur, yanlış olur. Ben çoğunlukla yolculuğun hevesindeyim. Yolculuğu seven, heves edenleri de anladığımı düşünüyorum.
Yolu seçmek
Ayfer Savaş Aydın, ilk romanı Rıza’da bu yolculuğu bize kurduğu anlatının içerisinde sunmayı tercih etmiş bir yazar. Kitapta yer alan biyografisinde, üç yılda üç farklı kanserle mücadele ettiği, hastalıklarını atlattığı ve kendini yazma eylemine adadığını belirtmiş. Başta bahsettiğim kalemini neye odaklayacağı sorusuna bir cevap bulmuş ve bu cevabı romanında kendi yolculuğu olarak okurlara sunmuş.
Rıza’dan bahsetmeden evvel, biraz romanın oluşturulması ve ilerlemesi üzerine birkaç kelam etmek istiyorum. Ayfer Savaş Aydın, bir roman yazmaya karar verdiğinde konu arayışındayken kendisiyle aynı hastalıkla mücadele etmiş ve maalesef hayatını bu hastalık nedeniyle erken yaşlarda kaybetmiş olan dayısı Rıza’yı romanın odak noktası olarak belirlemiş. Kendisinin çocukluk kahramanı olan dayısının hayatı hakkında pek bir şey bilmemesi, henüz kendi hastalığıyla mücadele etmekteyken onun yaşadıklarını keşfetmesine ve tüm ailesinin yaşadığı büyük sıkıntıları yeniden hatırlamalarına yol açmış diyebilirim. Bu açıdan çok kişisel bir anlatı olduğu düşüncesindeyim.
Kalemi kendine odaklamak her bakımdan kolay ve tercih edilebilir bir yöntem gibi görünse de bunun kolay bir tercih olduğunu düşünmüyorum. Yazdıklarınız, yalnızca sizinle ilgili olmuyor çünkü. Sizi seven, sizinle hayatını geçirmiş herkesle alakalı oluyor cümleleriniz. Kaldı ki, bu yolculuğun içine genç yaşında hayatını kaybetmiş ailenin en güzide karakterini de dahil edebilmek, bende gerçekten zorlu bir yolculuk izlenimi bıraktı. Bu hikâyeyi yazma kararının alınmasının kolay bir tercih olmadığını düşünüyorum.
Bir karakteri göstermek
Roman, biraz önce bahsetmeye çalıştığım, konunun belirlenmesi aşamasından itibaren, büyük bir ailenin neredeyse bir yüzyılda yaşadıkları mutluluklara, acılara, kayıplara, üzüntülere odaklanıyor. Ayfer Hanım, romanında kendisini de bir karakter olarak aktarıyor. Bir yanda Rıza’nın hikâyesi akarken, diğer yanda bu hikâyenin bir romana dönüştürülme sürecini dinliyoruz. Bu süreç içerisinde Ayfer Hanım’ın hem aile bireyleriyle, hem de Rıza’nın tüm hayatı boyunca yakınında olmuş insanlarla bir araya geliyoruz. Yavaş yavaş Rıza’yla tanışıyoruz. Onu doğumundan, adının konulmasından itibaren adım adım izliyoruz. Ablaları tarafından ne kadar çok sevildiğini, babasının canice katledilmesiyle nasıl dağıldığını, babasını kaybetmesiyle yaşadığı bu keskin haksızlığa uğramışlık hissiyle mücadele çabasını, babasının kendisi hakkındaki hayallerini gerçekleştirmek için üniversiteye nasıl hevesle hazırlandığını ve nihayet üniversiteye başladığını görüyoruz.
Çocukluğundan ilk gençliğine, ilk gençliğinden üniversite hayatına kadar gözümüzün önünde canlanan kanlı canlı bir karakter ortaya çıkıyor. Hikâyenin yoğunlaştığı dönem olan 70’li yıllar Türkiye’sinin içinde bulunduğu çatışma ortamı da burada anlatılıyor. Rıza’nın ve arkadaşlarının yaşadıkları, bir jenerasyonun yaşadığı sıkıntılar, sağ sol çatışması, sokak ve üniversite olayları köşe başlarıyla bize anlatılıyor. Bu esnada Rıza çok güzel âşık oluyor. Çok güzel de seviliyor. Fatma’yla yaşadığı aşk, onların kavuşmak ve ortak bir yaşam kurmak için karşılaştıkları zorluklarla mücadeleleri de hikâyenin başka bir köşesi. Bir diğer köşe de, yavaş yavaş, sinsi sinsi ortaya çıkan Rıza’nın hastalığı…
Ayfer Hanım, dayısı Rıza’nın hayatını yazdığı mektuplarla, aile fotoğraflarıyla, annesiyle sohbetleriyle, Rıza’nın dostlarına ve yengesi Fatma’ya ulaşıp yavaş yavaş bir metin olarak örmeye başlıyor. Bir metin örerken, bir yandan da hayata tutunmaya çalışıyor.
Rıza, iki katmanlı bir hikâye. Çok kişisel, çok gerçekçi ama bir yandan da oldukça toplumsal ve kurmaca. Rıza’yı hiçbirimiz tanımıyoruz ama biliyorum ki çoğumuz onu tanıyoruz.
- Rıza – Ayfer Savaş Aydın
- Destek Yayınları – Roman
- 344 sayfa