Sinema, dizi ve tiyatro oyuncusu, Okul Tıraşı ve Dalgalar ve İzler sinema filmlerinde rol alan Dilan Parlak’la söyleştik.
Keyifli okumalar diliyoruz.
Hem sahnede hem de beyaz perdede projeleri olan bir oyuncusunuz. Yakın geçmişte rol aldığınız iki sinema filmi var: “Okul Tıraşı”, “Dalgalar ve İzler”. Bize biraz bu filmlerdeki set süreçleriniz ve rollerinizden bahsedebilir misiniz?
Çok keyifli buluşmalar yaşadığım setler oldu. Okul Tıraşı süreci tamamen Van’da başladı ve bir buçuk ay kadar orada hem çocuk oyuncu koçu olarak çalıştım hem de Sevda Öğretmen rolünde ilk defa beyaz perdede olma şansı doğurdu. Bu sebeple özel bir yeri var benim için. Karın, soğuğun, beyazın ortasında zorlukların da olduğu ama yaptığı işi çok severek yapan insanların buluştuğu bir set ortamıydı. Keza Dalgalar ve İzler‘de de sürekli bir arada olduğumuz harika bir oyuncu kadrosu vardı. O yüzden beni çok besledi, öğreticiydi. Daha çok tiyatro ve sahne ağırlıklı giden bir çalışma sürecim için ikisi de hayallerimi büyütmemi sağlayan ve bana yeni fırsatlar açan filmler oldu.
Peki bu filmlerin çekimleri sırasında sizin için en önemli tecrübe ne oldu?
Her şeyin mutlaka çözümünün olduğu tecrübe ettiğim en iyi şeylerden. Ne olursa olsun bir plan var ve bu plana uymak için elimizden gelenin en iyisini yapmalıyız. Set hızlı akışın olduğu bir ortam, sorun olacaksa da minimal sorunlar istiyor. Her zaman iyi bir hazırlık gerektiriyor. Ruhen, fiziken hazırlıklı olmak gerekiyor. Bunun hayat için de önemli olduğunu düşünüyorum.
Hiç unutamadım dediğiniz bir anınız oldu mu, film çekimleri sırasında?
Van ve kar ikilisini unutmam mümkün değil. Mağaralara yaptığımız uzun bir yürüyüş var, inanılmaz manzaralar gördük. O anlarda hissettiğim anda olmak durumu unutulmaz. “Okul Tıraşı”nda çocuklarla öyle güzel bağ kurduk ki bize veda ederken tahtaya isimlerimizle çok güzel notlar yazmışlardı. Her gün yardımcı oyuncularla birlikte 50-100 arası çocukla çalışıyorduk. Çok fazla duygusal an yaşadık.
Tiyatronun içinde de var olan bir oyuncusunuz. KAT ekibi ile son olarak “Yüzyirmi Metrekare” adlı bir projeniz var. Bu oyun bize neler anlatıyor? Bunun yanında ekip ve oyun süreciniz nasıl devam etti ve size neler kattı?
Nazlı ile konservatuvardan sınıf arkadaşıyız, hatta dostluğumuz çok daha öncesine de dayanıyor. İkimizin de hayaliydi hem deneysel tabanı olan hem de keyifle oynayabileceğimiz metinlerle sahnede olmak. Özel tiyatrolarda çalıştıktan sonra kendi oyunumuzu yapmak hevesi ile başladı sürecimiz. Gamze Arslan ve Melike Uzun çok sevdiğimiz iki yazar. Onların öykülerinden yola çıkarak bir sahneleme fikri oluşturdu Nazlı. Çok da güzel giden bir sürecimiz başlamışken pandemi ile karşılaşıp bir süre durmak zorunda kaldık. Oyunumuzu aslında 2022 sezonu itibariyle de artık festivaller dışında oynamıyoruz. Tabi ki bütün sahneleme sürecinin içerisinde, oyuncu olmanın dışında da sorumluluklar almak bana çok şey öğretti. Biz üretmeyi, çalışmayı seven bir ekibiz, etrafımdaki arkadaşlarım da genelde öyle. O sebeple kendi üretiminin cesaretini iyisiyle, kötüsüyle almak güçlü bir deneyim.
Şu an içinde olduğunuz ya da üzerinde çalışmakta olduğunuz bir proje var mı?
KAT ekibi olarak yeni bir projemiz yok. Ancak ben şimdi yeni bir ekip ile yazma sürecinde de yer aldığım bir oyun üzerinde çalışıyorum. Provalarımıza başladık yakında da sahnede olacağız.
Tiyatroya göre sinemaya olan ilgi her zaman bir adım önde gidiyor gibi. Katılıyor musunuz? Seyircilerin tiyatroya olan ilgisini nasıl buluyorsunuz?
Aralarındaki farkı bir rekabet olarak görmüyorum açıkçası, ikisi de birbirini besleyen sanat dalları. İkisinin de her zaman kendi seyircisi var. Hatta son yıllarda yapımların özel tiyatrolara yönelmesiyle birlikte tiyatro seyircisinde de güzel bir artış var. Ama bu alternatif işlerin seyirci oranını nasıl etkiliyor bunu tartışabiliriz. Çünkü orada bir kemik kadro var ve popüler kültürün dışındaki denemeleri de merak ediyor, yeni oyuncuları keşfetmek istiyor, onlara alan ve şans veriyor. Ben bu kısımdaki seyirciyi inanılmaz değerli buluyorum. Umarım bu bağlamda da artışı gördüğümüz süreçlerin içerisinde zaman geçtikçe oluruz.
Peki siz kendi projeleriniz dışında sektörlerdeki diğer işleri ne ölçüde takip edebiliyorsunuz?
Ben izlemeyi, öğrenmeyi, keşfetmeyi seven bir karakterim. O yüzden olabildiğince sektördeki diğer işleri, projeleri takip etmeye çalışıyorum. Bu dönemdeki yoğunluğuma göre çok değişiyor ama boş zamanlarda veya zaman yaratarak besleyeceğini düşündüğüm, ilgimi çeken işleri takip ediyorum.
Son zamanlarda seyredip bizlere önerebileceğiniz işlerden örnek alsam? Dizi, sinema, tiyatro fark etmez.
Tabii bu sıralar çok fazla yeni şey izledim, sadece biraz tiyatrodan uzak kaldım. Dizilerde son zamanlarda Succession son sezonu bence inanılmazdı. Only Murders in the Building ve The Bear’da son zamanlarımın favorisi. Sinemada da Anatomy of a Fall ve The Holdovers filmlerini çok sevdim. Biri oyunculuk şovu bir diğeri de hem çok iyi gelen hem de harika oyunculuklar izlediğimiz bir film bence.
Oyunculuk içinde (tiyatroda, sinemada) şikâyetçi olduğunuz, yakındığınız bir şey var mı?
Şikayetçi olmak ya da yakınmak değil de böyle olsa daha güzel olmaz mıydı dediğimiz anlar oluyor. Çünkü biri çözüme alan açmıyor diğeri çözümü sorgulatıyor. Yeni insanlara daha çok fırsat sağlayan ve daha keşfetmeye açık bir yapı olmasını dilerdim. Daha çok insana fırsat veren bir yapıyı kurmak ve bunu sürekli hale getirmek her yeni proje için güzel olurdu. Sinemada yeni yüzleri görmek istemeli bence her yönetmen, her işinde bir iki isim bile bu fırsatı yakalamış olsa o oyuncular için alan açılacak demektir. Aynı zamanda başka bir taraftan ekonomik koşulların da zorlayıcı etkisini es geçmek mümkün değil. Özel tiyatroların ödenek alabildikleri bir sistemin olması veya ödenekli tiyatrolarda çağdaş ve yeniye açık bir yapının kurulması harika olurdu.
Bu zamana kadar seyrettiğiniz ve doğal olarak beğendiğiniz işlerden bir kadın oyuncunun yerine “o rolde ben oynamak isterdim” dediğiniz bir proje ve rol sorsam?
Çok fazla var. İzlediğim her projede “ah nasıl güzel rol”, “ne harika sahne” derim hep, o yüzden seçmek çok zor. Ama şimdilik kendi yaratacağım karakterlere çok daha hevesliyim diyeyim.
Oyuncu olarak en büyük hayaliniz nedir?
Düşlediğim her rolü oynayabilmek isterim. Hep oynamak, sahnede, ekranda olmak ve bunun da seyirciyle anlamlı buluşması ne güzel olur.
Sinema ve tiyatroda var olan yardımlaşma, dayanışma ve örgütlenme çabaları için neler düşünüyorsunuz? Bu gibi hareketlerin oyuncular için objektif bir fayda sağladığını düşünüyor musunuz?
Elbette, dayanışma her alanda fayda sağlar diye düşünüyorum. Bu sebeple buradakini de çok kıymetli buluyorum. Ayrıştırmadan ziyade bir topluluk olduğumuzu ve ortak bir paydada buluştuğumuzu hissetmek güç veriyor. Özellikle bir oyunun yapım sürecinde oyuncusundan tasarım ekibine ve sahnesine herkes öyle bir öz veri ile çalışarak maddi beklentilerinin ötesine geçiyor ki ortaya çıkan kolektif iş oluyor. Bugün ayakta durmaya çalışan çok fazla sahne ve iş bulmaya çalışan da çok fazla oyuncu, tasarımcı, yönetmen var. Ancak birbirinin elinden tutarak var olabilir bir yapı bu, birileri alan açarken birileri de açılan alanları açanın yararına değerlendirmeye çalışıyor.
Tiyatro ve sinemamızın başarılı bir yönde geliştiğini söyleyebilir miyiz? Tiyatro ve sinemada beğendiğiniz örnek yapımları başarı sebepleriyle birlikte verebilir misiniz?
Tiyatro ve sinema her zaman gelişen, değişen, dönüşen bir yapıya sahip. Nitekim beslendiği noktalar toplum, dünya, insan sürekli gelişiyor, dönüşüyor ve buna ayak uydurmak zorunda. Artık teknolojinin hayata müdahale edebildiği bir çağdayız. Bunu kullanmak avantaj haline dönebiliyor. Farklı mekân kullanımları, sahnenin dışında kurulan oyunlar var. Sanal gerçekliğin ve görselliğin dahil edildiği oyun sahnelemeleri var. Her biri çok heyecan verici. En son aklımda kalan “Çirkin” oyunu. Sinemada da daha çok yönetmenin üretmek için alan bulduğunu ve festivallerde Türk sinemasının eskiye nazaran örneklerinin arttığını görüyoruz; bu da heyecan verici. Dijital platformların açtığı yeni bir kanal var. Burada özgün işlere de fırsat sağlandığını görebiliyoruz. En son Azra Deniz Okyay’ın “Hayaletler”i farklı bir anlatım dili için heyecan verici bir işti bence.
Bir şeyler yazıyor musunuz? Yazmak ya da oynamak için özellikle ilginizi çeken konular var mı?
Evet birtakım denemelerim bu yönde var. Daha çok kökler ve herkesin yolculuğunun başladığı o yer ile ilgileniyorum. Atalar, ataların hikâyeleri coğrafyanın bilinmeyen yerlerinden bilinmeyen öyküler inanılmaz ilgimi çekiyor. Ya da çok renkli dünyaları seviyorum. Yazarlık konusunda çekingenim, o yüzden başkalarının yazdığı şeyi hayata geçirip ses olmaya, onların öyküsünü anlatmaya bayılıyorum. Ama kendim de bir süredir bir şeyler deniyorum. Yazmak, yazabilmek, anlatabilmek bu ülkede sesini çıkaramayanlar için bir araç olabilmek, her gün fark ederek yaşadığımızı sanıp sadece bir cümle ile aslında hiçbir şey bilmediğimizle yüzleşmek bence inanılmaz değerli.
Dünyaya bakışınızı ilk belirleyen, sizi etkileyen düşün ortamınızı biraz açıklar mısınız?
Ben sevginin diline inanıyorum. Niyetim hayalperest olmak değil, yanlış anlaşılmasın. Daha gerçekçi bir zeminden önce benliğini sevmekle sonra varoluşu sevmekle bütünleşik bir yolculuk olduğunu düşünüyorum. Bunu her gün yok etmeye çalışan ya da bizim inancımızı zorlayan çok şeyle karşılaşıyoruz biliyorum. Ama ne olursa olsun zemine bir olmayı koymak değerli. Şimdi baktım iki milyon ile bir trilyon türün yaşadığı bir dünya üzerindeyiz. Tüm bu canlıların huzur ve refah içinde yaşaması nasıl mümkün olur? Umarım bir gün bunu görürüz.