Elizabeth Wurtzel’ın Prozac Toplumu adlı anlatısında ailenin yapbozun parçalarını eksik/yanlış birleştirmesi sonucu oluşan boşlukları dolduramayan bir kızın bozulan psikolojisini adım adım izliyorduk. Anneyle olan yıkıcı-bağımlı ilişki, babanın uzaktan izlediği bir televizyon programı haline gelmiş mutsuz bir yaşam, kızı daha pek küçükken The Velvet Underground‘ın kucağına atıp tarifsiz acılara sürüklüyordu. Psikologlar, ilaçlar derken acıyı geçirmek için her türlü yıkıcı deneyimin peşinde koşan bir kadına dönüşen Liz, Prozac’in nimetlerinden yararlanan ilk hastalardan oluyor ve hayatı kurtulur gibi oluyordu. En azından acıya ket vurabildi, kalbi aşındıran derin akışı dizginledi ve yaşamına daha az gri bir şekilde devam edebildi.
İntihara içeriden bir bakış sağlar Prozac Toplumu, bireyin bütün çıkmazlarını, dayanılamayacak bütün acılarını yaşarız ve intiharı rasyonalize ederiz, eğer intiharın rasyonalizasyona ihtiyacı olduğunu düşünen biriyseniz elbet ki bence böyle bir şey yok. Belki biraz da anlam arayışıdır bu; Jankélévitch’in Ölümü Düşünmek nam über eserinde denir ki ölümün kesitleyiciliği olmadan yaşamanın bir keyfi/anlamı/(sizin için uygun olan sözcüğü düşünün) olmazdı. Erken çıkış, paydos, sonsuz bir mola. Evin bir eşyası, bir duvarı intihar. Her an kullanabilirsiniz, yıllar boyunca intihar notları düşünüp intiharınızı kurgulayabilirsiniz. Yettiği noktada yoksunuz. Huzur verici bir düşünce. Artık bitti. Bütün o anlam veremediğiniz şeyler, birikintinin gözlere çöken ağırlığı, hepsi bitti. Düşüncesi bile rahatlatıcı. Çoğu insanın intihar etmemesini sağlayan, intiharını geciktiren bu düşünce.
İşin toplumsal, medikal boyutunda Jamison olaya el atıyor. A. Alvarez’in ilham verici eserinin kan dökücü tanrısı bu kez ameliyat masasında. Durkheim’ın sosyolojik bir olgu olarak ele aldığı intiharın, Ian Craib’in yine şahane bir metni olan Hayal Kırıklığı‘nda o kadar da sosyolojik olarak ele alınmaması gerektiği söylenir, metin bireysel dinamiklerin gözardı edildiğine dair eleştiriler içerir. Jamison ise kendisi de intihar teşebbüsünden sağ kurtulmuş bir akademisyen olarak bireysel hikâyelere yer verse de çoğunlukla intiharın yapısını parçalayıp her bir problemli parça için çözüm bulma yoluna gidiyor. Onun da söylediği aynı aslında; intihar toplumsal bir problemdir ve semptomların ortaya çıkmasından çok daha öncesinde çözümlenmelidir.
Öncelikle intiharın kültürel bir incelemesi var, doğumundan itibaren intihara bakışlardan oluşan kronolojik bir inceleme. İlk intihar, Kro-Magnon’ların zamanından günümüze kadar -dinler tarihi dahil olmak üzere- intihara ilişkin görüşler, kutsal kitaplardan yazanlar, toplumların intihar eden kişilere psikolojik yaklaşımı gibi maddeler, zaman içinde intihar paradigmasının değişimini özetliyor ve okura tarihsel bir panorama sunuyor. Misal, İngiltere’de belli bir döneme kadar intihar edenlerin hepsi akıl hastası olarak damgalanırmış, başka bir yerde intihar edenlerin tüm varlığına el konurmuş, intihar edenler kiliselerde ayrı bölümlere gömülürmüş, ters gömülürmüş, amuda kalkık gömülürmüş, bilmem ne.
İntihar en ince ayrıntısına kadar inceleniyor demiştik, hangi davranışın intihar olup olmadığı da buna dahil. Kurtarılacağını bilerek yirmi hapı yek seferde gömenler, motosiklet tutkunları, sigara bağımlıları ya da kurtarılma umudu taşımadan kendini asanlar… İstatistiksel veriler ışığında bu davranışlar inceleniyor ve bir intihar ölçeği geliştiriliyor, kurtarılan bireyin tedavisinde kullanılmak üzere.
Dünyanın çeşitli bölgelerinde yapılan araştırmalarda cinsiyet, yaş aralığı, ekonomik durum gibi etkenlerin ışığında çıkartılan intihar verilerine bakılırsa en çok intihar vakası Çin’de. İntihar eden kadın-erkek sayıları birbirine çok yakın.
İntihar notları. Celan’ın, Pavese’nin bıraktıkları, küçük çocukların intihar notları, çok çeşitli vasiyetler. Üşendiğimden kitabını inceleyemediğim bir Japon öykücü Akutagawa’nın intihar notu favorilerimden biri oldu:
“Şu an içinde yaşadığım dünya hastalıklı sinirlerin buz gibi şeffaf evreni… Elbette ölmeyi istemem ama yaşamak ıstırap demek.” (s. 106)
Woolf’un intihar notu aynı şekilde etkileyici ve ruhun sonsuz karanlığı aşağılardan bir yerden okura bakıyor. İntiharın özünü bu notlarda aramak gerek, istatistiklerin samimiyetinden emin olamayanlar karanlığın kendisini görmek istiyor. A. Alvarez’in dediği: “İntiharın mazeretleri çoğunlukla tesadüflere bağlıdır. Olsa olsa geride kalanların suçluluk hissini hafifletir, muhafazakârları yatıştırır, inandırıcı kategoriler ve kuramlar bulmak için sonsuz araştırmalar yapan sosyologları yüreklendirir. Bunlar büyük bir savaşı tetikleyen önemsiz bir sınır hadisesi gibidir. Bir insanı, hayatına son vermeye iten gerçek güdüler başka yerlerdedir; onlar iç dünyaya aittir, dolambaçlı, çelişkili, labirent gibi ve çoğunlukla gözden ırak.” (s. 110) İnsan kendi karanlığını kendi görür, notlara aktaramadığı bir mesafede.
Bunların yanında edebiyata vurmuş intiharlar, hayvanlar dünyasında intihar benzeri hareketler, akıl hastalıkları, umutsuzluk, melankoli ve diğer tüm ölümcül şeyler var. Geride kalanların psikolojisine de yer verilmiş ama bunu intihar sonrası olarak düşünmek gerekiyor, pişmanlıklar intihar öncesine dahil olsa da. Çünkü ortada artık yaşamayan bir adam varsa geride kalanların, ağaçların, nehirlerin ve evrenin pek bir anlam ifade etmediğini söylemek gerek. Herkes kendi acısıyla yoğrulsun. Yok olsun.
Anlamsızlığa bir anlam kapısı, keyifsizce okuyabilirsiniz. Çok çeşitli alanlardan intihara derin toplar.
“Bildiklerimiz ve yaptıklarımız arasındaki gedik çoğunlukla öldürücüdür.” (s. 39)