Herhangi bir kitabı okumaya başlamadan önce ilk iş olarak yazarın yaşam öyküsünü okurum. Özellikle de Özgür Topraklar’ı daha iyi anlayabilmek için bu gerçekten gerekliydi.
Man Booker Edebiyat Ödülü ve Costa Edebiyat Ödülü’ne aday gösterilen Neel Mukherjee, Kalküta doğumlu. Eğitiminin bir kısmını burada tamamlayan yazar lisans eğitimini ülkesinden ayrılarak Oxford ve Cambridge gibi prestijli üniversitelerde tamamlıyor. Yazar, Özgür Topraklar kitabında beş farklı hikâyenin mekanını kendi ülkesi olan Hindistan olarak seçiyor. Bir bakıma ülkesini kendi perspektifinden okuyucuya yansıtıyor diyebiliriz. Bana kalırsa yazar kendini bu beş hikayedeki küçük ayrıntıların arasına saklamış. İkinci hikâyede bulunan karakter, tıpkı yazar gibi Hindistan’dan ayrılarak üniversite eğitimini yurtdışında tamamlıyor. Ülkesine ailesini ziyaret etmek için dönüyor ve gözlemlediklerini bu hikâyede anlatıyor. Bana kalırsa bu karakter, yazarla büyük oranda birbirine benziyor.
Kitapta bulunan beş farklı hikâye birbirinden bağımsız sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Her hikâyede farklı karakterlerin yaşam öyküleri anlatılsa da karakterler ve olaylar birbirlerine öyle bağlanıyor ve iç içe geçiyor ki okurken hayret ediyorsunuz. Her hikâye oldukça çarpıcı ve düşündürücü bir şekilde bitiyor, sonra yeni hikâyeye başlıyorsunuz ve aslında önceki hikaye ile olan bağlantılarını yavaş yavaş fark ediyorsunuz. Önemsiz bir detay ya da yan karakter sandığınız şey başka bir hikâyede ana konu oluyor ve hikayelerin sağlam bir kurgu üzerinde ilerlediğini fark ediyorsunuz. Bu yüzden her hikayedeki ince ayrıntıları dikkatlice okumak gerekiyor. Yazarın, hikayeleri birbirine bu şekilde bağlamış olması ise gerçekten zekice.
“Bazen insanı umutsuzluk değil umut öldürüyor”
Hikayelerde sadece göç ve iltica konusu işlenmiyor. Aslında bundan çok daha fazlasını içeriyor. Hikayelerde kulağımızı kapattığımız, karşı çıkamadığımız öyle konular var ki… Her geçen gün zenginin daha da zengin olurken yoksulun daha da yoksulluğa sürüklenmesi, özgürlük kavramının hayatımızdaki var sandığımız yokluğu, kast sisteminin o keskin ve toplumu sınıflara bölen esnetilemez katı kuralları, kadın-erkek eşitliği, insan hakları, hayvan hakları, işçi güvenliği… Bu unsurlar ne yazık ki bizim ülkemizde de ortaya çıkıyor. Görmezden gelmek daha da güç bir hale geliyor.
Karakterler ne yaparlarsa yapsınlar onlara tam olarak haklı ya da haksız demek çok zor. Hiçbirine tam olarak kızamadım. Çünkü yapmak zorundalardı, içinde bulundukları sistem onları kötü bir iş bile olsa yapmak zorunda bırakmıştı. Tahmin edersiniz ki çaresizlik insana her şeyi yaptırabilir.
Bu karakterler bana şu soruyu sordu: En son ne zaman şükrettin?
Sahiden, en son ne zaman elimdeki imkanları yeterli bulup gözümü yükseklerden ayırmıştım? Çevremizde bizim sahip olduğumuz imkanlara ulaşmak için çabalayan o kadar çok insan varken bizim bu doyumsuzluğumuz nedendi? Neden hep memnuniyetsiziz? Bizim sıradan bir günde yaptığımız şeyler bazı insanlar için lütuf halinde, bu insanların ne kadar farkındayız? Bu soruları sordukça vicdanım can çekişmeye başladı ve kendime kızdım. Hikayeler ilerledikçe, karakterlerin yaşadığı zorlukları gördükçe kendime olan öfkem daha da arttı. Öfkemin sebebi bu dünyada yaşayan her insanı aynı standartlarda yaşıyormuş gibi sanmamızdı. Vicdanımızı bu şekilde rahatlatıyormuşuz meğer…
“İçinde bir şeyler yer değiştirdi ve ağlamaya başladı, bir çocuk ağlaması gibi değil ama daha masum, dünyaya sessizce isyan edercesine ağlıyordu, bir yetişkin gibi, usulca… Her şeyi kontrol altında tutmak isterken dünyanın yükünün ne olduğunu da anlamaya başlıyordu.”
Beni en çok etkileyen iki karakter oldu. Kitap bittikten sonraki birkaç gün bile bu iki karakteri düşünüyordum. Bunlardan biri üçüncü hikâyede karşımıza çıkan yavru ayı Raju. Lakşman ve ailesine dans ederek para kazandıran Raju; dans etmeyi öğrenene kadar günlerce aç bırakılıyor, dövülüyor, eziyet ediliyor. Bu kısımları okurken çok zorlandım, Raju’ya yapılanları hazmedemedim, çok sinirlendim. Lakşman’ın ise başka çaresi yoktu. İnşaatta iş bulamamıştı ve ailesi yoksulluk içinde yüzüyordu. Bütün umutları Raju’ya bağlıydı. Onu dans ettirerek para kazanmak istemişti. Hikâyenin sonunda Lakşman kazandığı tüm parayı yağmurda kaybederken Raju serbest kalıyordu. Raju özgürlüğü hak etmişti, Lakşman ise avucundaki tüm parayı kaybederken kalan son umutlarını da kaybetmişti.
Beni etkileyen diğer karakter ise ilk olarak ikinci hikâyede adı geçen fakat yaşamının zorluklarını dördüncü hikâyede okuduğumuz Milly oldu. Daha çok küçük yaştayken okulu bırakmaya zorlanan Milly, evinden uzaklaşarak bambaşka bir sınıfa ait ailelere hizmet etmek üzere çalıştırılıyor. Çalıştığı evlerde hakaretlere uğruyor, yaşına göre çok fazla çalıştırılıyor, yeri geliyor ev hapsinde kalıyor. Kendi yaşam savaşını verirken büyüyor, son çalıştığı evden kaçıyor. Hikâyenin devamında Milly evleniyor ve çocukları oluyor. Kızının eğitiminin kendisininki gibi yarım kalmaması için sonuna kadar direniyor ve aynı anda dört farklı evde çalışmaya başlıyor. Kızının eğitimine devam etmesini sağlıyor.
“İnsan, mevcut yaşamını daha iyi şartlar için değiştirmeye çalıştığında ne olur? İçine doğduğumuz olasılıkları değiştirmek mümkün müdür?”
Her biri ayrı bir roman olma niteliği taşıyan kusursuz uyum içindeki bu beş hikâye bize görmezden geldiğimiz sorunları tekrar hatırlatıyor ve gerçekleri yüzümüze acımasızca vuruyor. Her hikâyenin bitiminde insana kendini sorgulatan Özgür Topraklar herkes tarafından okunmalı, okutulmalı. Bu sorunları hikayeleriyle en net biçimde gözler önüne seren Neel Mukherjee’ye kendimi sorgulattığı için teşekkürler.
- Özgür Topraklar – Neel Mukherjee
- Timaş Yayınları – Roman
- Çeviri: İrem Uzunhasanoğlu