Son sayfasını okuduğumu hatırladığım halde hâlâ bittiğine inanmadığım bir kitabı anlatmaya geldim bugün size. Kapağını kapattığım andan itibaren sürekli yeni sonlar yazıyorum kitaba. Öyle inanılmaz bir yerde kaldı ki böyle bir yerde kalması imkansız diyorum kendi kendime. Kafamda biriktirdiğim sonlarla yeni bir kitap çıkarabileceğime eminim. Kitabı okuduktan sonra birkaç araştırma yapıp acaba sadece ben mi böyle düşünüyorum diye sorguladığım anda şu yoruma denk geldim:
“ Kitabı bitirdim fakat sanki anlamamış ya da bir şeyleri atlamışım gibi hissediyorum. Bu eksiklik duygusu anlatım tarzından ya da hikayeden ötürü değil de benim derin düşünemeyişimden kaynaklı olabilir… Sakin sakin okumalar dilerim. “
Bahsedeceğim bu kitap Norveçli yazar Tarjei Vesaas’’ın kaleme aldığı “Buz Sarayı”adıyla edebiyatımızın önemli yazarlarından Melih Cevdet Anday çevirisiyle Timaş Yayınları’ndan yayımlanmıştır.
Öncelikle kış mevsimini ve soğuğu sevmeyen biri olarak kitabın içerisinde soğuğu, yaşadığım yaz mevsiminin nem ve sıcağında ince ince terlerken bile hissettim. Betimlemeleriyle, uzun geçen kış mevsimiyle, kitaba adını veren ve kitap içerisinde önemli bir noktada bulunan buz sarayı ile bunu hissetmemek neredeyse imkansız hale geliyor. Kitabı okuduğum bir akşam uyuduktan sonra üşüdüğümü zannedip sabaha grip olduğumu söyleyebilirim. Psikolojimi bu denli sarıp sarmalayan bu kitap hepimize unuttuğumuz duyguları da henüz hiçbir şeyi tam olarak yaşamamış 11 yaşındaki çocuklarla biz okurlara aktarıyor.
Soğuk bir kış günüydü diye başlar ya çoğu zaman hikayeler. Dillere pelesenk olmuş bir cümledir sanki. Bu kitabı anlatırken ben de böyle başlayayım. Soğuk bir kış günüydü. Siss adında 11 yaşındaki bir kız çocuğu okuldaki sevilen ve her grupta aranan o kişiydi. Unn ise tam tersi kendi içerisinde bir dünya kurmuş ve orada yaşamaya kendini kaptırmış biriydi. Unn, ailesini kaybettikten sonra teyzesinin yanına taşındıktan sonra Siss ile aynı okula gitmeye başlar. Siss, bulunduğu arkadaş grubuna Unn’u da almak ister fakat Unn o kadar sessizdir ki istemsizce çekingenlik bulutu oluşuverir onunla arasında.
Fakat bazen sözler olmadan da bir bağ kuruluverir. Sevgi bağı.
Tüm olay sanki bu iki insanın dostluğunun başlamasını bekler gibi düğümleniverir. Unn ve Siss dostluklarını karşı karşıya oturup sohbet ederek kanıtlamak istedikleri o akşam olan olur. Sırlar, bakışmalar, çekingenlik… Siss sırların dostluğa rağmen saklanmasını yanlış anlar, Unn çekingenlikten oluşturduğu bulutu ile Siss’e çarpar.
Kafamda genel olarak konuyu oturttuktan sonra zihin duvarlarıma çarpıp duran o ayrıntıyı paylaşmak isterim. Öncelikle alışık olmadığım isimlerle karşılaşınca önceden programlanmış zihnim hemen bir cinsiyet oluşturmaya çalıştı. Ama olmadı. Kız ve erkek olarak düşündüm önce. Bilinçli olarak yapıldığını düşündüğüm bu ayrıntı son zamanlarda çoğu kitapta gördüğüm ve takdir ettiğim bir durum olmuş durumda. Kitabı okumaya devam ettiğimde bu anlamsız kalıplaşma çabası sonunda kendisini “Neden ihtiyaç duyuyorum ki cinsiyete?” düşüncesine dönüştürdü.
İhtiyaç duymuyorum cinsiyete. İhtiyaç duymuyoruz. En nihayetinde iki kız olarak karşımıza çıkmış olan Siss ve Unn, birbirlerine dürüst olmayı çocukluk akıllarıyla farklı da yorumlayarak ufak bir tebessüm bırakıyor yüzüme. Sürprizi kaçmasın, kitabı alana hediyem olsun bu ayrıntı.
Unn ve Siss heyecanla bekledikleri o dostluğu gerçekte kuramazlar. Unn üzüntüden kendisini dışarıya atar. Yürür ve yürür. Nereye yürüyordur? Buz Sarayı’na. Buz Sarayı’nın devasa güzelliğine ve onu ayakta tutan suyun yüceliğine takılıverip oralarda bir hayalin peşine takılıverir Unn. Haber alınamaz bir daha. Siss, ona yanlış yaptığını düşündüğü anlarda özür dilemek ve elini tutmak için uzandığı yerde Unn’u bulamaz. Halbuki daha bir gün önce karşı karşıya oturduklarında oradaydı.
“İki dalga geçti içinden: İlki insanı hareketsiz bırakan bir soğuk dalga, ikincisi canlılık veren bir sıcaklık… Tıpkı başımızdan geçen ender olaylarda olduğu gibi.”
Siss, Unn’u bulamadıkları her gün kendisine bir söz veriyor. Unn’dan başka dostu olmayacak ve Unn’u hiç unutmayacaktır. 11 yaşındayken ne büyük bir söz, 11 yaşındayken ne büyük bir bağlılıktır bu düşününce. Hiç anı yoktur, hiçbir fotoğraf karesi çekilmemiştir henüz, hiçbir sır paylaşılmamıştır. Ama dostluk o kadar güçlenmiştir ki okurken şaşırmadım dersem yalan olur. Şimdiye bakınca iki hafta görüşülmediği zaman, belli durumlarda konuşmaya vakit ayırılmadığında bir çok dost kavramı yitip gidiyor. Aslında dostluk bu mu diye düşünmüyoruz. Bu durum dostluktan çok sevgiyle alakalı. Unn ve Siss bakışlarda bu sevginin frekansını yakalamış ve kısa bakışmaların süresini uzatarak bu sevginin bağını güçlendirmişlerdir. Hiç konuşmadıkları halde birbirleriyle görüşmeyi onaylayacak kadar birbirlerine güvenmiş olarak buluyorlar kendilerini. Oturup hiçbir şey konuşmuyorlar fakat o sevgi konuşmaya devam ediyor aralarında. İşte biri dağın başında bir Buz Sarayı’nda kimseye haber bile vermeden gezerken bir diğeri sınıfta sırasında oturmuş onu düşünürken dağın başındaki can sıkıntısını kendi içerisinde hissedebiliyor.
“En derin karda Siss’ten Unn’a verilen söz:
Yalnızca seni düşüneceğime söz veriyorum. Senin hakkında bildiğim her şeyi düşüneceğime. Evde, okulda ve okul yolunda seni düşüneceğime. Uyanırsam seni düşüneceğime geceleyin.
Söz, geceleyin.
Elimi uzatsam dokunacak kadar yakın olduğumu hissediyorum, ama cesaret edemiyorum buna.
Burada karanlıkta yatarken bana baktığını hissediyorum. Tümünü anımsıyorum ve yalnız o şeyi düşüneceğime söz veriyorum, okulda, yarın.
Başka kimse yok.”
Unn kendisini o Buz Sarayı’nda kaybettiği günden beri Siss’in içindeki umut dalgası onu ayakta tutar. Umudunu yıkmamak için belli nedenlere bağlar onu. Unn’un teyzesine, Unn’un o gün kendisine söylediği sözlere, Unn ile arasındaki bağın kuvvetine, kendisini arkadaşlarından uzak tuttuğu zamanlara, onu her düşünüşünde ve onu bulacağını hayal ederek dolaştığı her yola bağlar umudunu.
İtiraf ediyorum, ben hâlâ geleceğini düşünüyorum. Kitap bitti ama o kadar iyi ifade edildi ki sevgi- sevgi nasıl ifade edilebilirse artık- öyle güzel işlendi ki içime, biliyorum Unn bırakmaz Siss’i deyip durdum. Deyip duruyorum.
Kitabın konusunu düşünecek olursam, herkesin aklına gelebilecek kadar normal bir olay örgüsü içerisinde bizi teker teker hikayeye dikiyor yazarımız. Öyle sağlam ve iyi bir dikiş oluyor ki birisi gelip dışarıdan bakınca hikayedeki bizi göremiyor. Yazar iyi dili ve betimlemeleriyle duygu gibi soyut bir varlığı somutlaştırarak sunuyor.
“Ağaçların, evlerin ve kayaların karmakarışık biçimleri gitgide daha da hızlı kayıp gidiyordu yanı başlarında ve kapkara lekeler arada bir. Bu kapkara lekeler kayar gibi ortaya çıkınca doğruca kalbe işliyorlardı- nedir o!- bu dayanılmaz anda; ama o görüntü idi bu hep ve Siss’in kalbi yeniden çarpmaya başladı, damarlarındaki kanın akışı hızlanmıştı. Dolaşan biziz, o lekeler kımıldamaz.”
Sevgi peşimizi bırakmasın, keyifli okumalar!