Bu eşsiz şehrin, İstanbul’un, artık yaşanılmaz bir yer olduğunu; eskimiş, kokuşmuş, köhne bir hâl aldığını ve içindekilerin şehirden kaçmaya çalıştığını; hayal edin. Yazar Bülent Çallı’nın yeni romanı İstanbul Posta Treni’nde mekan tam da tasvir ettiğim gibi kabusa dönen bir “İstanbul.”
BR adında 6 yıldır devam eden küresel bir salgında İstanbul içinden çıkılamaz bir yere dönüşüyor; distopik bir İstanbul tasvirinde şehirden kaçışın heyecan dolu macerasını konu ediniyor roman. Bu salgınla birlikte değişen toplum, siyaset, yönetim düzenini ve insanların giderek bencilleştiği, özgürlüklerinin ise tamamen elinden alındığı hayatı distopik bir dille anlatıyor.
Portekiz’den başlayarak kısa sürede Avrupa’ya yayılan, ardından tüm dünyayı saran ve binlerce ölüme neden olan bir virüs salgını başlar. Virüsün sivrisineklerden insana, ardından insandan insana bulaşmasıyla dünya küresel bir salgının ortasında kendini bulur. Bulaşma engellensin diye getirilen sokağa çıkma yasakları, maske takma zorunluluğu ve hijyen öneminden ziyade bu salgın insanları kendi içine döndürdüğü gibi, içlerindeki bencil yanları da açığa çıkaracaktır. Öyle ki, virüsten koruma adı altında yönetimi ele geçiren cuntacılar, kanalları da yasaklayacak; halk devletin istediği programları izleyecek ve dinleyecek, basın özgürlüğü diye bir şey kalmayacaktır. Çünkü basın olmayacak ve bununla beraber halk adeta İstanbul içinde sıkışıp kalacaktır. Eğlence mekanları, restoranlar gibi pek çok yer kapanacak halk evlerinde mahsur hale gelecek bununla birlikte kaçak yollara da başvuracaktır. Taksim, Beyoğlu gibi semtlerde hayat yok denecek eşiğe gelecek, arka planda ise insanlar her şeye rağmen bu düzene karşı çıkarak tenha yerlerde eski hayatlarındaki gibi gezmeye, eğlenmeye devam edeceklerdir. Bu bir bakıma gizliden gizliye içinden çıkılması mümkün olmayan düzene bir başkaldırıştır. Ama bu başkaldırışların en büyüğü İstanbul’dan kaçma fikridir!
Bu fikir romanda işlenen asıl olayın çıkış noktasıdır aslında. Pandemi koşullarından kurtulma isteğinden ziyade belirsizlikten ve umutsuzluktan, bir umut kurtulabilme hikâyesidir. Devletin getirdiği radyo kanallarının haricinde özel yayın yapılmasına izin verilmezken, yasa dışı yollarla açılan “Dünyanın Sonundaki Radyo” adında kaçak bir yayından, Kara Bayrak isimli bir kadın, İstanbul’dan kurtulmanın mümkün olduğunu dile getirir. Kimi dinleyici buna inanmazken kimisi için de bu söylemler bir umut olacaktır. İşte romanın başkahramanlarından Burhan da İstanbul Posta Treni’nin gerçek olduğunu umut eden kısımdadır. Burhan için İstanbul Posta Treni, sıkışıp kaldığı bu şehirden çıkmanın tek yoludur.
Romanın ilk sayfalarında, geçtiğimiz yıllardan aşina olduğumuz pandemi koşullarını okuyor ve acaba bu da bir karantina günlüğü mü olacak diye soruyoruz. Ancak pandemi, eserde yalnızca temeli oluşturan bir olay olarak kalıyor. Posta Treni’nde bir umutla yapılan fedakarlıkları, bencillikleri, korkuyu, cesareti, insanın kendini gerçekleştirebilme serüvenini distopik bir İstanbul havasında okuyoruz.
Romanda Burhan, Elif, Oğuz ve Selim’in sıra dışı hikâyeleri anlatılıyor. Çocukluk arkadaşı olan bu dörtlünün salgınla ayrı ayrı mücadelesini; başlarda kopuk, kendi çıkarları için hareket ederken, sonlarda hiç umulmadık bir atılımla heyecan dolu bir macerada yollarının kesiştiğini ve aynı umuda tutunarak birbirlerine yoldaşlık ettiklerini okuyoruz. Bu yolculukta ise karakterlerin bencillikten fedakarlığa; umutsuzluğun umuda; korkunun cesarete ve esaretin özgürlüğe evrildiğini görüyoruz. Kaçışları, kovalayışları, yakalanışları; aşkı, ayrılığı, ölümü, umutsuzluğu okuyoruz. İçimize umutsuzluk dolduğunda, hikâye içinden çıkılmaz bir hal aldığında ise imdadımıza Dünyanın Sonundaki Radyo’dan Kara Bayrak koşuyor. Konuşmalarıyla ve dinlettiği şarkılarla yalnızca karakterlere umut olmuyor Kara Bayrak, biz okurlara da oluyor. Çünkü Kara Bayrak’ın dinlettiği şarkıları okuyucularda dinleyebiliyor. Eserin başında bir Spotify Listesi ile şarkıların tamamına ulaşabiliyorsunuz. Bu da okuru olayın içine çekiyor, kurgunun büyüsüne kaptırıyor. Bu etkiyle kitap bitince adeta tadı damağınızda kalıyor.
Bülent Çallı’nın yarattığı bu distopya, dili ile de etkili bir hâl alıyor. Yazar, romanın pek çok yerinde yaptığı dil oyunlarıyla okuruna küçüklü büyüklü sürprizler de hazırlamış. Hatta eserde aşina olduğumuz apaçık bir kısım ile de gerçeklik algımızı yıkıp geçiyor Bülent Çallı. Ama şimdi burada bunu söylemek sürprizi bozar, spoiler olmasın.
Kitabın arka kapağında okura “Ara, bulacaksın…” diye sesleniliyor. Eserin felsefi bir yanı da var. Umutsuzluğun baş gösterdiği, insanın sıkışıp kaldığı anında ne yapacağını, önceliğinin neler olacağını; bir insanın kurtulabilme pahasına ne kadar çirkinleşeceğini de gözler önüne seriyor. Posta Treni’nde biraz da sonsuz olasılıklar evreninde, çaresiz, sıkışmış bir insanın yapabileceği en iyi seçimi okuduk.
“Çünkü hayatımıza yön verebilecek tüm olasılıklar, biz onlardan birini seçip yapmaya karar verene kadar varlardı.”
İstanbul Posta Treni, Bülent Çallı’nın muhteşem kurgusu ve nefes kesen anlatımıyla raflardaki yerini aldı. Bu maceraya bir kulak verin derim, Kara Bayrak’ın dinlettiği şarkıları da çok seveceksiniz, eminim.
- İstanbul Posta Treni – Bülent Çallı
- Everest Yayınları – Roman
- 408 sayfa