Doğma büyüme İstanbullu olanların, illaki bu şehri sevme nedeni olan favori semtleri vardır. Değişimini ve dönüşümünü gördüğünde üzüldüğü, sokaklarında ve mekanlarında güzel anılarının olduğu semtlerdir bunlar. Yeni arkadaşlar, yeni duygular keşfettiği, sokaklarında eğlendiği ya da sarhoş olduğu… Bu sadece İstanbul’a has bir duygu değil sanırım. Bir şekilde kendinizi yabancı hissettiğiniz şehirlerde bazen öyle yerler bulursunuz ki, o yerler şehrin diğer tüm griliklerini birden renklendirir, unutturur. Oraya gittiğinizde kendinizi iyi, güvende ve nasıl olduğunu keşfedememiş halde tekinsizlikten uzaklaşmış olarak hissedersiniz. Bu satırların okurları olarak sizler de yaşadığınız kentleri düşündüğünüzde, bahsettiğim halet-i ruhiyeyi duyumsadığınız mekanlar ve yerler sayabilirsiniz muhtemelen.
2000’lerin başında, henüz liseye giderken banliyö trenlerinin otomatik olmayan kapılarını seyrede seyrede, bazen de Tuzla’dan, Şifa Mahallesi’nden kalkan otobüslere binme cesareti göstererek evdekilerden habersiz giderdim Kadıköy’e. Benim için bambaşka bir dünyaydı. Hafta sonları eski pazar alanına kurulan bit pazarı, her gencin kapısından girerken heyecanlandığı ve biraz da huzursuzlandığı Akmar Pasajı, Bahariye’den Moda’ya yürüyüşler, Mühürdar’dan iskeleye aylak aylak bakınarak dolaşmalar. İlk gençliğin hevesi, başka dünyaların var olduğunu keşfetmenin getirdiği ruhunuza akan ve kanınızı çakıllandıran heyecanlar… Kadıköy benim için hep başka bir yer oldu. Değişse de, dönüşse de, kişiliğini ve özünü yavaş yavaş kaybetse de hâlâ öyle.
Ve doğal olarak burada geçen hikâyeleri, burada geçen romanları seviyorum. Kadıköy’ü, sokaklarını yazan yazarları tanımasam da kendime yakın hissediyorum.
Karaktere dönüşen bir semt
Sinem Sal, yakın zamanda çıkan Behice’nin Yarım Kalan İşleri romanında Kadıköy’ü öyle güzel yaşattı ki, kitabın anlattıklarına girmeden kendisine teşekkür etmek istedim. Karakterlerin dolaştığı sokaklarda onlarla yürüdüm, gözümün önünde canlanan her şeyi kitabın satır aralarında gördüm. Bazen bazı kitaplarda hissedersiniz: Kitapta mekanlar ve kentler de karakter olarak sizin okuma serüveninize eşlik eder. Sokaklar konuşmasa, binalar derdini dökmese, kalabalıklar ve mekanlar duygularını anlatamasa bile oradadırlar ve siz onları anlarsınız. Orada bir karaktermişçesine size baktıklarını görürsünüz. İşte, okurken Kadıköy’ü böyle bir karaktermiş gibi, bazen sarma sigarasını üç dakikada içerken, bazen çayını ya da birasını ya da alkolsüz kokteyllerini içerken bana merakla “karakterimi nasıl buldun” diye sorar gözlerle beklerken buldum. Bu güzel bir duyguydu.
Bunca paragraf Kadıköy övdüm. Sanılacak ki kitap Kadıköy hakkında… Aslında hiç alakası bile yok. Pek çok şeyle alakalı ama kitap Kadıköy’le alakalı değil. Toplumcu gerçekçilikle alakalı. Bireysel gerçekçilikle de alakalı. Güçlü kadın karakterlerle alakalı. İş bilmez, sonradan görme yazar, yayıncı ve eğitimini aldığı mesleği yapmak istemeyen kuşaklarla alakalı. Annelerle, babalarla ve diğer ölümcül şeylerle alakalı. Adı bilinmeyen ev çiçekleri, bahçede bir başına duran gül ağaçları, cenaze evlerinin boğuculuğu ve arkada kalanların baş etmesi gereken mücadelelerle alakalı. Babası tarafından terkedilen çocuklar, kocası tarafından maddi ve manevi şiddete uğrayan anneler, erkin her yerde ve her zaman erkliğini üstüne nasıl rahatlıkla, nasıl ustalıkla, nasıl pervasızca ve kendinden emin bir şeklide giyinmesiyle alakalı. Kadınların dayanışmasıyla, 8 Martlarla, polis şiddetiyle ve bir kız çocuğunun annesiyle tanışmasıyla alakalı.
Toprağa dikilen dilekler
Evet, bir kız çocuğunun, annesini tanıyarak kendini keşfetmesiyle alakalı bir roman Behice’nin Yarım Kalan İşleri.
Yüzmek unutulmuyor derler, bisiklet sürmek de… Buna ağaca tırmanmak da eklenmeli. Ceviz ağacından düşen iflah olmazmış. Kötülük edenin ocağına incir ağacı dikilirmiş. Ağacı kurt, insanı dert yermiş. Ağaca balta vurmuşlar, “Sapı bedenimden,” demiş. İstanbul’un en yaşlı ağacına tırmanınca bir anne gülermiş.
Behice, yaşadıklarının ve dünyanın ağırlığına dayanamayıp kansere yakalanmış ve ölmüştür. Ayşe Püren, çocukluğundan itibaren ona anne ve babalık yapan annesini kaybetmesiyle beraber birçok şeyle uğraşmak durumunda kalır. Babasıyla, abisiyle, hayatın maddi zorluklarıyla, panik ataklar ve anlayışsız, düşüncesiz bir sevgiyle. Evsizlikle. Hamilelikle.
Annesinden kalan ve abisiyle kendi üzerine olan evin devri konusunda hem babası hem de abisiyle anlaşamaz. Çünkü bahçede duran gül ağacının altında annesinin bir Hıdrellez gecesi gömdüğü dileklerini bulmuştur Ayşe Püren. Bahçedeki gül ağacı ve toprağını pay olarak istediği için, babası ve abisinin yapılması için anlaşmaya vardığı apartman dikimi işi başlayamamaktadır.
Ayşe Püren’in toprağın altından çıkardığı annesinin dileklerini yerine getirmek için başladığı yolculuk, kendi ayakları üzerinde durmak için birçok zorlukla baş eden güçlü bir karakterle tanıştırıyor bizi. Yaşadıkları, gördükleri, hissettikleri, denk geldikleri, hayatındaki arkadaşlarıyla iyisiyle kötüsüyle, mutluluğu ve mutsuzluğuyla samimi bir hikâye anlatıyor ve yazıyor bize Ayşe Püren.
Öyle güzel anlatıyor ki, 232 sayfalık roman bir gün içinde tükenip gidiyor. İyi niyetle öneririm.
Son olarak romanda şunu ekleyerek bitireyim: Ayşe Püren yaşadığı tüm badireleri anlattığı bir de fanzin hazırlıyor. Senelerini dergiciliğe ve fanzin hazırlamaya harcamış bir garip edebiyat emekçisi olarak, Sinem Sal’a o günleri hatırlattığı için ayrıca bir teşekkürü daha buraya sıkıştırayım. Mephisto’nun o raflarında çok güzel metinler okuduk. Çok güzel insanlarla tanıştık. Tatlı, hüzünlü, iyimserlikle hatırlanacak yorucu ama güzel günlerdi… Genç okur dostların, yazmaya hevesli genç arkadaşların fanzinleri keşfetmelerini, o binbir emekle hazırlanan işleri alıp amatör yazarlar ve edebiyat emekçileriyle tanışmanın keyfini tatmalarını can-ı gönülden dilerim.
- Behice’nin Yarım Kalan İşleri – Sinem Sal
- Karakarga Yayınları – Roman
- 232 sayfa