Kerem Eksen 1976 doğumlu; sosyoloji ve felsefe okuduğu, tiyatro ile ciddi şekilde uğraştığı, felsefe doktoru olduğu ve İTÜ’de hoca olduğu kitapta yer alan kısa ve iddiasız bir dille yazılmış özgeçmişinden öğreniliyor.
Uyku Krallığı ikinci romanı imiş.
Roman, ana karakter Fikret’in evde hasta yattığı bir gün boyunca hatırladıkları, düşündükleri ve sorguladıklarından oluşuyor aslında. Ancak zaman içerisindeki gidiş gelişler, geri dönüşler öylesine güzel kurulmuş ki yazarın ironik ve yalın diliyle birleştiğinde ortaya gerçekten bir seferde okuyup bitirmek gerektiği hissini daha ilk sayfadan yaratan bir roman çıkmış.
Fikret’te tıpkı yazar gibi üniversitede öğretim üyesi, evde geçirdiği o gün aslında ülkede ve okulda olan bitenlerden dolayı evde olmaması lazımken bir nevi izole ve atıl duruma düşüyor.
Hikâye üç ana eksen üzerine kurulu gibi; öğrencilik dönemi, Amerika’da yaptığı doktora esnasında yaşanan bir akşam ve bugün.
Fikret, öğrenciliğinde şair olmak istiyor (herkes gibi), âşık oluyor, şiir yazıyor, arkadaşlarıyla dergi çıkarıyor, dünyayı, sanatı yeniden kuracağına inanıyor vb. Ama tabii ki etrafında Mesut gibi sevimsiz, hayatı zehir eden tipler, Ercüment gibi saflar olduğundan ve dahası aslında zaten sadece genç olduğundan yaşadığı duygu fırtınaları, platonik aşklar vb. nedeniyle yönünü arayıp duruyor. Bu bölümlerde tarif edilen öğrenci evleri, muhabbetleri, sanatla uğraşanların yanında “politika” ile uğraşanların dertleri tasaları o kadar gerçek ki, özellikle ’90’lı yıllarda öğrenci olanlar için sanki kendi hatları anlatılıyormuş gibi gelebilir. Mesela ben kitabı okuyunca yeniden hatırladığım “Kronstadt” tartışmaları ile ilgili bölümde çok eğlendim. (Yahu bu Kronstadt günümüzde de hâlâ tartışılıyor mu acaba?)
“Amerika’da bir akşam” ile ilgili kısımlar da müthiş. Öğrencilik sonrası, doktora döneminde bir huzur adası belki. Ama aslında orada da bir çaresizlik, bir nevi kendi geleceğini projeksiyon yoluyla görmek gibi yaşlı Amerikalı profesör ile birlikte yenen yemek. O yemekte olan bitenler de bütün bir hayatın özeti gibi okunabilir; tanınma, bilinme ihtiyacı, gelecek korkusu, daha doğrusu gelecek çekincesi… Fikret tarih doktorası yapıyor bu arada. O yemek esnasında yürüyen tartışmaların hepsinden ayrı bir hikâye çıkar. Ama en güzeli ve en can alıcısı başka bir tarihçi olan Luisa’nı anlattığı dalgalar, girdaplar ve döngüler hakkında olan bölüm. Burada Luisa’nın ağzından yazar insanın neliğini, hayatta ve dünyada “kendi” isteğiyle yapabileceklerinin ne olduğunu, uygarlıklar batıp çıkarken ve kimi uygarlıklar çökerken, bunun hayatlarımız ile analojisini kuruyor. Ancak, yine başka bir tarihçi, Wolfgang bambaşka bir pencere açıyor, belki de sadece o akşam için.
Günümüzde geçen bölümler ise hayal kırıklıkları, rutin ve monoton şehir hayatı ile ilgili gibi görünse de aslında pasif bir izleyici, iyi bir tarihçi ve okuyucu olarak geçiren Fikret’in ülke birbirine girmişken bir biçimde eyleme, eylemeye geçip geçemeyeceği ile ilgili. Düşündükçe hayattaki tek eyleminin geçmişte yazdığı bir şiir (Uyku Krallığı) olup olamayacağı konusundaki şüphe onu yeni kararlara sürükleyecektir. Hayat Fikret’i ne kadar umursuyor?
Ama yine de hepimiz eylemde bulunmaktansa, başımıza bir iş gelsin, insanlar bizle ilgilensin hatta belki bize acısın, bu sayede bizi çok sevsin veya olmadı bir doğal felaket yaşansın, oradan sağ kurtulalım ve bu bizim kimliğimiz olsun yani hiç bir şey yapmadan, eylemeden yaşayalım istiyor muyuz yoksa başka türlüsünü mü tercih ediyoruz?
Kitabın pek çok bölümünde Oğuz Atay’ın etkisi, hem dil hem de anlatım olarak gözleniyor. Ancak taklitçiliğin çok ötesinde, özellikle Fikret’in hayatının tarihçesini tutan Fikolog figürü Olric’e çok hoş bir karşılık. Uyku Krallığı çok iyi bir “büyüme” romanı.
İlk fırsatta alıp bir seferde okumalısınız.
Not:
Yukarıdaki kadar analitik bir şeyler yazdığım için Yazar (eğer okursa) lütfen kusura bakmasın.
Ayrıca Ne Okuyorum? editörlerinin yazarla bir söyleşi yapmasını en içten şekilde temenni ediyorum.
- Kerem Eksen – Uyku Krallığı
- Everest Yayınları, Roman
- 231 Sayfa