Genç Timaş‘tan çıkan yedi polisiye ve macera dolu gençlik kitaplarına bu ay itibariyle yenisini ekleyen Kayahan Demir ile yazarlık, ilham kaynağını o güçlü ışıltısı ve polisiye kitaplar yazmak üzerine konuştuk.
Çocuk ve genç kategorisinde polisiye romanları yazıyorsunuz. Bu alanda çocuk polisiye yazarımız oldukça az. Bu durum bir yandan yazar ihtiyacı olduğunu gösteriyor bir yandan da kurgu ve yaratıcılık açısından çocuklar için polisiye yazma fikrini riskli bir bölge olarak işaretliyor. Peki siz çocuklar için polisiye kitapları yazma fikrine nasıl kapıldınız? Sizi cesaretlendiren o ışık neydi?
Evet gerçekten öyle… Polisiye edebiyatı özellikle çocuk ve gençlik yaş gruplarında gerçekten de dikkat edilmesi gerekilen hassas bir tür. Açıkçası beni cesaretlendiren en büyük ışık kaynağım çocukluk hayalim oldu diyebilirim. Yani çocukken eksikliğini duyduğum bir histi bu… Çocukken, özellikle de ortaokul yıllarındayken, Agatha Christie kitaplarına bayılırdım ve o dönemlerde maalesef bizim kültürümüzde geçen ve ortaokul yaş seviyesini düşünerek yazılan kitaplar pek bulunmuyordu. Ben gerçekten o yıllarda bunun eksikliğini çok hissediyordum. Bu eksiklik bir karar vermeme vesile olmuştu. İleride eğer başarılı bir yazar olursam mutlaka polisiye edebiyatı üzerine de kitaplar yazacağıma dair kendime söz vermiştim. Bizim kültürümüzü, insanlarımızı anlatan, çocuk ve gençlerin de gönül rahatlığıyla okuyabileceği ama aynı zamanda da Agatha Christie polisiyeleri gibi her yaştan okura hitap eden evrensel kitaplar yazacaktım.
Aslında ben bir nevi çocukluk hayalimi ve seneler evvel kendime verdiğim bu sözü gerçekleştirdiğimi söyleyebilirim. Ayrıca polisiye edebiyatın analitik zeka gelişimine de çok ciddi katkılarının olduğu biliniyor. Bilimsel bir gerçek bu… Özellikle ortaokul yaş seviyesindeki çocukların ve gençlerin sıkı birer polisiye okuru olması, gelecekte analitik zeka seviyesi yüksek bireyler olmalarını da sağlayacak. O açıdan polisiye edebiyatın ilk önce gençlere ve çocuklara okutulması taraftarıyım. Elbette birtakım pedagojik çalışma ve hazırlıklardan sonra…
Eserleriniz kurgularıyla ve özellikle karakter seçimleriyle çok dikkat çekici. Okurken benim gibi “Bu şey aklına nasıl gelmiş?” diye hayret eden ve ilham kaynağınızı merak eden birçok okurunuz olduğuna eminim. Ben merak eden herkes adına sormak isterim: Eserlerinizi yazarken nelerden besleniyorsunuz? Size ilham kaynağı olan şey nedir?
Aslında benim en büyük ilham kaynağım gidip gezdiğim tarihi mekanlardır diyebilirim. Ben tarihi yerlerin, müzelerin ruhu olduğuna inanırım ve ne zaman bir müzeye ya da tarihi bir mekana gitsem oranın atmosferi beni çok etkiler ve bir kitabımı yazarken gerçekten bana çok ciddi manada ilham kaynağı olur. Üç büyük medeniyete başkentlik yapmış İstanbul gibi kadim bir şehirde doğup büyüdüğüm için çocukluğumdan beri müzelere gitmeyi çok severim. Bana göre müzeler bir nevi zamanda yolculuk tüneli gibi… Düşünsenize, orada 400-500 yıl önce yaşamış insanların dokunduğu, gördüğü, ürettiği, hatta hissettiği şeyleri bizzat görme imkanınız oluyor ve fiziki olarak olmasa da manevi açıdan zamanda yolculuk yapıyormuşsunuz gibi hissediyorsunuz. Bu da bana kitaplarımı yazarken çok ciddi manada ilham kaynağı oluyor. Zaten kitaplarımda polisiyenin yanı sıra tarihi mekanlara, tarihe, sanat tarihine yer vermemin bir sebebi de çok sevdiğim, gördüğümde beni çok etkileyen müzeler ve kesinlikle ruhu olduğuna inandığım bu tarihi mekanlardır.
Pera Palas’ta On Bir Gece adlı eserinizde Agatha Christie’nin “Ben de çoğu karakterimi gözlerim ve aldığım notlar sayesinde ortaya çıkarırım,” cümlesini okuyoruz. Yazar Kayahan Demir de Agatha Christie’nin bu sözlerine katılıyor mu? Sizin karakterleriniz aslında genel kültür olarak bildiğimiz tarih, edebiyat, resim gibi farklı sanat dallarında var olmuş kişilerden oluşuyor. Bu aklınıza nasıl geldi? Karakterlerinizi oluşturduğunuz o ilk andan bize bahseder misiniz, belli bir kıstasa göre mi yoksa sizi bir şekilde etkilemiş insanları mı seçiyorsunuz?
Kesinlikle Polisiyenin Kraliçesi’nin bu cümlesine katılıyorum. Biz yazarlar için çevremiz en büyük ve en doğal laboratuvar ortamımız aslında. Ben karakterlerimi gözlemlerim ve yaptığım kişilik analizleri sayesinde inşa ediyorum. Bu durum gerçekten çok etkili oluyor lakin bir taraftan da tarihe ve sanat tarihine de ilgi duyduğum için tarihten karakterlere ya da artık sanatın değerli bir parçası haline gelmiş karakterleri de ete kemiğe büründürüp onlara kitaplarımda yer vermek çok hoşuma gidiyor. O üstün yetenekli insanların kitaplarımda hayat bulması gerçekten heyecan verici bir durum. Böylelikle karakterlerimi daha bir gerçekçi daha bir inandırıcı inşa ettiğime inanıyorum. Elbette bunun takdirini kıymetli okurlarımız verecektir.
Bir polisiye eseri yazmanın getirdiği zorluklar elbette vardır, siz eserlerinizde üzerine bir de tarihi ekliyorsunuz. Sanırım böylesi daha zor oluyordur. Yine Agatha Christie aklıma geliyor. Bir röportajında karşılaştığı en büyük zorluğun hayatla yazım sürecini bir arada yürütmek olduğunu söylemiş. Bu sebeple bir otel odasına kapanır ve duvardaki bütün tabloları indirecek kadar incelikli bir düzenlemeden sonra aylarca otel odasından çıkmadan yazarmış. Hayatın akışına ayak uydurduktan bir süre sonra bir daha aynı süreci yaşarmış. Sizin tarih ve polisiyenin iç içe olduğu bu muhteşem kurguları oluştururken karşılaştığınız zorluklar neydi? En zoru yazmak mı dersiniz?
Benim için yazmak en kolay ve en keyif verici uğraş… Hatta gerçeklerden kaçabildiğim tek sığınağım. Evet, ben yazma eylemini bir nevi gerçeklerden uzaklaşma olarak yorumluyorum. Hayat denen kavram zaten yeterince sıradan ve sıkıcı, acı gerçeklerle dolu. Maalesef insanlar da öyle… İstanbul Portresi kitabımdaki karakterlerimden biri ‘En kötü eser sanatçısından daha iyidir,’ der ve ben buna kesinlikle katılıyorum.
Hayatımızı renklendiren, güzelleştiren şey ise edebiyattır, sanattır. Haliyle yeni bir şeyler üretirken adeta karakterlerimin o heyecan verici hayatlarına dahil oluyorum. Dedektifimle birlikte olayları çözmeye çalışıyor, katillerimle birlikte bir kaçış noktası arıyorum. Böylece kısa bir süre de olsa gerçeklerle örülü hayatımdan soyutlanmış oluyorum. Kısa bir süre diyorum, zira birtakım temel gereksinimlerimizi sağlayabilmek için arada sırada gerçek hayatımıza da uğramamız gerekiyor maalesef ve bu bana göre yazarlığın en sancılı tarafı. O açıdan Agatha Christie çok haklı… Belki onun döneminde olsanız eve veya bir otel odasına kapanıp günlerce roman karakterlerinizle birlikte baş başa kalabilirdiniz. Ancak zamanın ve teknolojinin bu kadar hızlandığı bir dönemde bunu yapmak oldukça güç…
Benim için en dramatik zamanlar ise kitaba son noktayı koyduğum anlar oluyor. Kendimi derin bir boşluğa düşmüş gibi hissediyorum. Bir insanın senelerce izlediği ve bağımlısı olduğu bir dizinin aniden final yapması gibi bir durum bu. Belki birçok yazar kitabını bitirdiğinde mutluluk duyuyordur, lakin benim için çok kederli bir andır o an. Tek tesellim ise o hikayenin artık benden çıkıp ait olduğu yere yani genç ve genç ruhlu okurlarıma kavuşacak olması. Zira yazdığım kitapların asıl sahibi onlar…
İstanbul Portresi eserinizde tarihi bilgiler Pera Palas’ta On bir Gece’ye göre daha yoğun. Polisiye eserlerinde yoğun bilgiler ile olayın heyecanını dengelemek bana göre en önemli ve en maharetli iş. Siz bu dengeyi nasıl sağlıyorsunuz? Tarihi bilgilerin yoğunluğuna mı, olayın akışına ayak uydurmaya mı daha çok bağlısınız?
Elbette polisiye kurgu kaleme aldığım için olayın akışına ayak uydurmaya daha çok gayret gösteriyorum. Yani tarihi bilgilerin polisiye kurgunun çok da önüne geçmesini istemiyorum. Ama tabii ki tarihi bilgileri de çok önemsiyorum. Özellikle kitaplarımda ilgimi çeken ve bana gizemli gelen tarihi olayları polisiye kurguyla harmanlamak çok hoşuma gidiyor. Tarihin polisiye türüne yakıştığına inanıyorum. İstanbul Portresi kitabımda da özellikle sanat tarihi ve resim sanatıyla ilgili çok dikkat çekici ve faydalı bilgilere yer vermek istedim. Pera Palas’ta On Bir Gece ise benim tüm polisiye kitaplarım arasında biraz daha ayrı bir konumdadır. Hem kurgusu hem kurgunun yorumlanışı hem de içerik bakımından öbür polisiye kitaplarımdan ayrılır. Açıkçası o kitabımda alışılagelmiş salt polisiyenin tabularını yıkmak istedim. Yani o kitaptaki asıl merak edilen soru ‘Katil kim?’ değil. Çok daha farklı, çok daha önem arz eden meseleleri yansıtan bir romandır. Elbette en az diğer polisiye kitaplarım kadar da sürpriz sonludur. 2023’te hem benim hem de yayınevimin en sevilen kitabı oldu diyebilirim. Hatta Genç Timaş‘ın her yıl sonunda okur yorumlarına ve beğenilerine göre yaptığı en sevilen kitaplar sıralamasında bir veya ikinci sıradaydı diye hatırlıyorum. O sebeple Pera Palas’ta On Bir Gece’nin yeri bende hep ayrıdır.
Edebiyatımızda polisiye denince aklımıza ilk gelen isim Ahmet Ümit oluyor elbette. Onun da Başkomiser Nevzat serisi vardı. Sizin de kitaplarınızda gizemli olayları çözen şifre bilimci Milas Ulukan karakterini görüyoruz. Milas Ulukan ile Başkomiser Nevzat hangi konularda benziyor? Milas Ulukan’ın idol olduğu dedektif kim olurdu, sizin kulağınıza söylemiştir belki. Milas Ulukan ile tanışmamış olanlara biraz Milas Ulukan’ı anlatır mısınız?
Milas Ulukan maalesef kendisiyle ilgili bana pek bir şey anlatmıyor. Bilenler bilir, çok ketum birisidir. Ama Milas’ı az çok tanıdığım ölçüde tanımlamaya çalışayım. Milas aslında tam manasıyla modern bir dedektif… Yani o salt polisiyelerde gördüğümüz ve alışılagelmiş özelliklere sahip titiz, hassas, ketum ama bir taraftan çok ciddi anlamda analitik zekası gelişmiş biri. Ama bir taraftan da Başkomiser Nevzat gibi ‘insan’. Yani şunu demek istiyorum: Gerçekten duyguları olan, hissedebilen, yeri geldiğinde kaybeden ve bunu sorun haline getirmeyen birisi… Bilirsiniz, özellikle salt polisiyelerde yani sadece ‘Katil kim?‘ sorusunun merkezde olduğu polisiye kitaplarda dedektifler insanüstü varlıklar gibidir. Hiçbir zaman hata yapmayan ya da sadece hata yapıyormuş gibi görünen ulaşılamaz karakterlerdir. Milas ise Başkomiser Nevzat gibi zaman zaman hata yapabilen ama yeri geldiğinde de bu hatasından dönüp bir şekilde başarıya ulaşan bir karakter. Aslında hem geçmiş hem de günümüz modern dedektiflerinin özelliklerini yapısında taşıdığı için belki de diğer dedektiflerden özellik bakımından ayrılan bir dedektiftir Milas. Bu da onu hem özel hem de daha bir insancıl kılıyor. Ayrıca meslektaşım olur kendisi. O da benim gibi İstanbul Üniversitesi Matematik bölümü mezunu ve aynı zamanda şifre bilimci…
Çok yakında yeni romanınızın çıkacağı haberini paylaştınız. Duyduğuma göre bu defa karakterimiz Milas Ulukan değil, yeni bir serinin başlangıcı. Şimdiden hayırlı olsun diyelim. Peki yeni romanda bizleri neler bekliyor? Heyecanınızı bölmeden sormak isterim merakla bekleyen okurlarınız için, yeni romanla ilgili ne söylemek istersiniz? Yeni bir dedektif kendini okurlara sevdirecek mi dersiniz?
Güzel temennileriniz için çok teşekkür ederim. Evet, bu ay yani şubat ayı itibariyle yeni polisiye serimizin ilk kitabı Kayıp Sırlar Muhafızı raflarda yerini alıyor. Kayıp Sırlar Muhafızı tam da söylediğiniz gibi yeni bir polisiye serisinin ilk kitabı ve serinin ismiyse ‘Bir Zamana Yolculuk Polisiyesi’. Şu anda kaç kitaplık bir proje olacağı belli değil açıkçası. O anlamda bir sınırlama da getirmek istemiyorum ama şunu söyleyebilirim ki imparatorluğun son dönemlerinde tam da hafiye teşkilatının etkili olduğu zamanlarda geçen bir polisiye serisi olacak. Ama serinin devam kitaplarında Mucit Macit isimli bilim tutkunu karakterimizin icat edeceği bir zaman makinası sayesinde çok daha farklı zamanları da görebileceğiz.
Zamanının çok ama çok ötesinde bir dedektifimiz de var. Eminim en az Dedektif Milas kadar sevilecek olan yeni hafiyemiz Demirbey; hayatı çetrefilli olaylarla dolu, gizemli, ketum ama bir o kadar da kendi içinde insancıl olan bir karakter… Çocukluğu ve ilk gençliği biraz acılarla geçmiş birisi aynı zamanda. Çocukken anne babası ve kız kardeşi bir takım kötü niyetli insanlar tarafından cinayete kurban gitmiş, hem de gözlerinin önünde. Zaten kendisinin zabit ve hafiye olmasının bir sebebi de ailesinin katillerini yakalayabilme arzusu… Aslında geçmişindeki o zifiri karanlığı, istikbaliyle aydınlatmaya çalışan bir karakter. Ümit ediyorum ki, birçok okurumuz namı diğer Pera Muhafızı Demirbey’in kederli, ama bir o kadar da gizemli olan hayatında kendinden çok şey bulacak. Zira biz Beyoğlu Zabiti Demirbey’i bu seride Milas Ulukan’a nazaran çok daha fazla, çok daha detaylı tanıyacağız. O sebeple bu serinin en az Dedektif Milas serisi kadar sevileceğini, takdir göreceğini düşünüyorum. Temennim odur ki; bu roman okurlarımız tarafından sevilen, değer gören ve nesillerden nesillere aktarılan yeni bir polisiye maceranın başlangıcı olur. Dilerseniz söyleşimizi de yeni dedektifimiz Demirbey’in tam da kendi mizacını yansıtan şu cümlesiyle bitirelim: “Yaralar her zaman bedende olmaz.”