Agualusa’yı her okuduğumda söylediğim bir cümle olmuştu: Beyin kıvrımlarında bir saatliğine gezi düzenlenmeli. Yine değişmiyor. Kimsede görmediğim bir yetenek bu. Anlattığı konuyu öyle bağlamından kopararak anlatıyor ki henüz başlarındayken “Acaba…” diyorum “Ne anlatıyor şu an?” Sonrasında her şeyin aslında dümdüz bir yolda ilerlediğini fark ediyorum ama ben yolculuk süresince Agualusa yüzünden sürekli gökyüzüne bakıyorum ya da geçerken gördüğümüz ağaçlara, ağaçta öten kuşun gagasının şekline… Geçmişte yarattığım hikayelerin kahramanının ben olduğumu zannettiğim o ana bile bakıyorum. Sonra da sürekli sallanıp duruyoruz sanıyorum. Halbuki diyorum ya düz yoldayız. “Sıçrayarak uyandım. Islak bir yarıktaydım. Karıncalar parmaklarımın arasından arasından sıyrıldı. Geceyi aramaya çıktım. Rüyalarım neredeyse her zaman gerçeklikten daha inandırıcıdır.”
José Eduardo Agualusa’nın Timaş Yayınları’ndan çıkan ve muhtemelen adını duyurduğu en etkileyici kitabı Unutmanın Genel Teorisi’ydi. Daha sonrasında bu etkileyici adımı Yaşayanlar ve Diğerleri ile daha da kalıcı hale getirdi. Şimdilerde ise 2009 yılında Sevinç Tezcan Yanar çevirisi ile yayımlanmış fakat yeterli ilgiyi görememiş kitabı Bengi De Sa Matos Paixao çevirisi ile Timaş Yayınları tarafından okurlarıyla buluşmaya hazırlanıyor: Bukalemunlar Kitabı. Daha öncesinde Direniş kitabının çevirisini de üstlenmiş olan çevirmenin kitaba kattığı müthiş etkiyi görebiliyorum. Agualasa zaten benim için bu dünyaya ait olamayacak kadar eşsiz bir hayal gücüne sahip yazar fakat onun bu özgün yaratıcılığını bozmadan aktarabilmek de Bengi De Sa Matos Paixao başarısıdır.
Bukalemunlar Kitabı’nın anlatıcısı bir geko. Dilimizde bilinen adıyla bir kertenkele. Agualusa’nın anlatıcıya söz hakkı verdiği o ilk anlar neler olduğunu anlamaya çalışırken zorlanmakta haksız görmüyorum kendimi. Bir an diyor ki: “Her şeyi görürüm. Ben, bu evin içindeki küçük bir gece tanrısı gibiyim. Gündüzleriyse uyurum.” Bir insan silüeti çiziveriyor adeta. Sanki asosyal bir gece insanı… Sonraki cümleleri durduruyor karakteri insan gibi hayal etmemi: “Ev sahibinin cildindeki bir bit gibi süzülürüm evin duvarlarında.” Geko olduğunu söyleyene kadar geçen bu süreç bile gerçekten inanılmaz bir serüven bence.
Félix Ventura, gekoyu evinde süresiz misafir ederken arkadaş olmayı başarabilen o kişi. Geçmişi satan adam. Kartvizitindeki adresi görüp de gelen herkes kendisinden yeni bir karaktere inanmayı, gerçek yaşamından uzaklaşmayı istiyor. Félix Ventura ise onlara istediğini veriyor. Bir gün bir yabancı kapısını çalıp da “Birçok ismim oldu ama hepsini unutmak istiyorum. Beni vaftiz etmenizi istiyorum.” cümlesini kurunca Agualusa’nın bu kurgusunda oldukça ciddi olduğunu anladım. Savaş alanlarında, açlıkta ve yaşanan felaketlerin çoğunda foto muhabir olarak görev yapan bu kişi kendisine Afrika soy ağacı kurmasını istiyor Félix Ventura’dan. Hatırlamak istemediği bir bölümü beyninden sildiren o insanları anlatan filme çok benzeyen bir konuya sahip olsa da Agualusa’nın kurgusu ince bir çizgiyle ayrılıyor. Hiç beklenmedik bir anda gelen bu yabancı kendisine verilen yeni kimliği Ventura’dan dinledikten sonra görmüş olduğu eski fotoğraflardan da hareketle geçmişini aramaya çıkıyor. Ventura’nın bahsettiği ressam annesini arıyor, babasını ya da bulundukları yerleri… Koca bir bahçe verirsiniz de açmaz ama bir kaldırım taşındaki boşlukta amansızca yeşerir ya bir bitki, onun gibi bir şey bu yaşanılan durum.
“Romanlarınızda bilerek mi yalan söylüyorsunuz, yoksa yalanlarınızın asıl nedeni cehaletiniz mi?”
Gülüşmeler oldu. Onaylayan mırıltılar. Yazar üç saniye tereddüt etti. Sonra karşı saldırıya geçti.
“Ben doğuştan yalancıyım,” diye kükredi, “yalan söylemekten hoşlanırım. Edebiyat, gerçek bir yalancının kendini topluma kabul ettirme yoludur.” (sayfa 87)
Ventura, foto muhabirine siyahların diyarında beyaz olarak yaşamalarına yardımcı olan Tanrı’ya minnet duyan altı kişiden oluşan Boer ailesini tanıtır. Klanın komutanı Jocubus Botha, teğmeni iki çocuklu genç bir kadınla evli olan Cornelio Buchmann. Çocuklarından en büyüğü olan Pieter’i henüz bebekken kaybederler fakat en küçükleri Mateus macera sevdasından sebep Angola’ya gelen Güney Afrikalı ve İngiliz turistlere uzun yıllar rehberlik eden bir avcı olarak hayatını sürdürür. Mateus ellili yaşlarının sonunda Amerikalı bir sanatçı olan Eva Miller ile evlenir ve bir çocuk sahibi olurlar: Jose Buchmann. Nam-ı diğer sevgili davetsiz misafir foto muhabirimiz. Ventura’nın fotoğraflarla birlikte kendisine tanıttığı bu yeni hayat işte tam da bu şekilde sanki saklı kalmış kutusundan kaçacak bir an bulmuş gibi altüst eder foto muhabirinin hayatını. O andan sonra hikâyesini Ventura’dan dinlediği her dakika biraz daha yakınlaşır kurmaca ailesine. Onları bulabilmek için oradan oraya gider ve sahiden de Eva Miller’a ait bir tabloya bir dükkânda denk gelecek kadar da yaklaşır. Bu aşamada Ventura’yı da geko Eulalio’yu da şaşırttığını söylemek isterim.
“Haftalardır José Buchmann’ı inceliyorum. Onun değişimini izliyorum. O, altı yedi ay önce bu eve giren adam değil. Metamorfozlarla aynı güçlü doğaya sahip bir şey onun içinde çalışıyor. Belki krizalitlerdeki gibi enzimlerin gizli telaşı, organlarını eritiyor. Hepimizin sürekli değiştiğini iddia edebilirsiniz. Evet, ben de dünkü gibi değilim. Bana dair değişmeyen tek şey geçmişim, insan bedeninde geçirdiğim geçmişimin hatırası. Geçmiş genellikle sabittir, güzel ya da korkunç, her zaman oradadır, sonsuza dek orada kalacaktır.” (sayfa 71)
Bir yandan da Ângela Lúcia. Felix Ventura’nın amansız aşkını akıttığı kadın. Agualusa, kısa kısa anlatım yapmayı seçtiği bölümlerde Jose Buchmann’ın kendisini bir kurmacadan var etmesine şahitlik ederken bir yandan da Ângela Lúcia ile büyüttüğü bu dünyaya ait olamayacak güzel olduğunu hissettiren o duyguyla tanıştırır. Aralara giren rüya anlatımlarıyla ise geko ile olan dostluklarını, farklı tür ve konumlarda gerçekleştiriyor olmalarına rağmen, iki insan gibi karşılıklı konuşabilecekleri anı yaratarak ortaya koyar.
Agualusa’nın yazmış olduğu kitapların, yazılmış olan diğer kitaplara kıyasla daha zor olduğunu söyleyebilirim. Bunun sebebi ise alışık olduğumuz serim düğüm çözüm klasiğine ayak uydurmuyor olması. Agualusa başından bir düğüm ile başlıyor ve okur o düğümü fark edip nereden kaynaklandığını anlayana kadar düğümü daha da sıkıp duruyor. Bu anlamda sabırsız okurlar için oldukça zorlayıcı bir süreç oluyor, belki de tanışacakları en mistik ve en değişik kurguyu kaçırmış oluyorlar. Bukalemunlar Kitabı, doğada sıkça rastladığımız bir kertenkelenin duvarlar arasında gezintisinin yanında bir insana şahitliğini anlatırken bir yandan da bu kertenkelenin önceki hayatında insan olduğunu düşündüğü anlara şahit olmamızı sağlıyor. Bu da gezintisinin yalnızca duvarlar arasında kalmadığını, beynimizin algıları arasında da küçük bir tur attığını gösteriyor. Felix ise rüyasında karşılıklı oturarak dertleştiklerini gördüğü bu kertenkelenin artık kendisinin bir arkadaşı olduğunu kabul ederken bir yandan da insanlara kendilerine ait olmayan bir geçmişi kabul ettirmeye çalışıyor. Bukalemunlar Kitabı, kurgu içinde kurgu, insan içinde insan, kertenkele içinde insan, insan içinde boşluğun en güçlü temsilcisi oluveriyor.
“Ben renksiz bir adamım,” dedi bana.
“ve senin de bildiğin gibi doğa boşluklar karşısında dehşete düşer.” (sayfa 99)
Kitabı bitirdikten sonra okurlardan birinin yorumuna denk geldim. İstemsizce sürüklendiği bu dehlizde adeta içindeki Agualusa’yı bulmuş. Gerçekleri yok sayıp başka bir geçmişe insanları ikna eden Felix’in gerçeğin bir batıl inanç olduğuna inandığını ve yalnızca gözlerimizi kapattığımızda bahsi geçen o gerçekliğe kavuşup mutlu olduğumuzu söylemiş. Yorumu bu andan itibaren sorularla devam ediyordu. “Biz de kurgularımıza dönüşmüyor muyuz? Bize ebeveynlerimizin verdiklerini kabul etmek mi daha iyi, yoksa bir cesaretle kendi kurgularımızı yaratmak mı? Hayat konusunda hedefler belirlemek, kendimize kendimiz hakkında hikayeler anlatmak ve sonra bu hikayelere uygun bir şekilde yaşamak bu değil midir? Ve gerçekten orijinal olan özgün hikayeler hayali bir geçmişten başka nereden gelebilir?” Ben bu yoruma bayıldım. Yazdığım her cümleyi silip yalnızca bunları bıraksaydım bile Bukalemunlar Kitabı’nı en iyi şekilde özetlediğini düşünebilirdim. Fakat uzun uzun anlatmak kanımda var ve bence böylesine tılsımlarıyla yaşayan bir kitabı en iyi şekilde anlayabilmek ve bıkmadan sonuna kadar götürebilmek adına ne kadar uzun anlatılması gerekiyorsa o kadar uzun anlatmaya da talibim.
Bukalemunlar Kitabı, gerçeğin kurgu ile bağlantısını değil gerçeğin arasında kurguya olan bağlılığımızı anlatan ve bunu bir kertenkelenin önderliğinde gerçekleştiren oldukça özgün bir roman. Felix’te her şeyi başlatan bende ise her şeyi bitiren o cümle ile bu yazıya son veriyorum: Bazen aklıma, yazarını hatırlamadığım, talihsiz bir mısra gelir. Muhtemelen benim hayal gücümün bir ürünü. Çocukken duyduğum bir fadonun, bir tangonun, eski bir sambanın nakaratıdır belki de: “En büyük günah, sevmemektir.”
- José Eduardo Agualusa – Bukalemunlar Kitabı
- Timaş Yayınları – Dünya Edebiyatı/ Roman
- Çeviri: Bengi De Sa Matos Paixao
- 224 sayfa