Uzun zamandır elimden bırakamadan okuduğum bir kitap olmamıştı. Bu, okuduğum kitaplarla ilgili olmayabilir elbette. Belki de içimde bir yerlerde kaybolmuş “tutku” sabırla ortaya çıkmayı bekliyordu. En nihayetinde de opera tutkunu Sen-nen benim içimdeki “o yer”i dürttü.
Akira Mizubayashi’nin Fransızca profesörü olarak kurguladığı Sen-nen müziğin gücüne inanmış, operaya da büyük bir aşkla bağlanmış bir kahraman olarak çıkıyor karşımıza. Kitabın başlarında Sen-nen ve Fransız eşi Mathilde arasındaki aşk hikayesini okuyacağımızı düşünüyoruz. Mathilde’nin isminin anlamı Japoncada “bin yıl” olan Sen-nen’in tek aşkı olduğuna inancımız sayfalar ilerledikçe azalıyor çünkü Sen-nen’in yani Bin Yıl’ın aşkı bir opera: “Figaro’nun Düğünü”.
Bu öyle bir aşk ki Sen-nen otuz bir yaşındayken ve henüz Mathilde ile tanışmamışken “Figaro’nun Düğünü” operası şehre geldiğinde tüm temsillerini, hiçbirini kaçırmadan her seferinde bambaşka bir heyecanla ve her seferinde farklı detaylarıyla mest olarak izliyor. Şüphesiz Sen-nen’i en çok mest eden ve hayranlıktan titreten şey ise operada Susanna karakterini canlandıran Clemence.
Yazar bu hayranlığı öyle ince dokuyor ki hayranlık ve aşk arasındaki o ince çizgide yürüyor ama çizginin ne sağına ne soluna geçebiliyorsunuz. Sen-nen’in de bu ince çizgide kaldığından emin olup Mathilde ile olan bağının, sevgisinin zarar görmemiş olmasını umarak çevirdim ben sayfaları. Bu kitapta herkes ve her şey öyle zarif öyle kırılgan ki bir cümle sonrasında bir şeyler “çıt!” edip kırılacak diye içinizi titretebiliyor…
Büyük bir tutkuyla opera temsillerinin izlendiği o yıldan otuz yıl sonrasına geldiğimizde ise artık hayatı yavaş ritimlerle örülü Mathilde ve onun amansız hastalığını kabullenmiş Sen-nen’i buluyoruz sayfalarda. Sen-nen, yıllar öncesinde yakaladığı tutkuyu
yıllar sonra hayranı olduğu Clemence’den gelen bir mesaj ile yeniden yakalar gibi olduğunda eğilip yorgun argın yatağında yatan Mathilde’nin alnına bir öpücük de biz kondurmak istiyoruz…
Akira Mizubayashi müziğin evrenselliğiyle, yaşamın tesadüfi oyunlarını bir araya getirirken; insanın doğduğu yerin, ilk öğrendiği dilin sınır larını tanımayıp kopararak kırması gereken bir zincir gibi boynunda asılı olduğunu satır aralarında bize hatırlatıyor.
“Bin Yılın Aşkı” okurken müziğin hiç susmadığı, sözcüklerin cümlelere dönüştükçe heyecanın ve tutkunun katlandığı, dünyada yaşayan ama yer yer kırılmış tüm dillerin seslerine büründüğü için çok özel. Tıpkı “Figaro’nun Düğünü” gibi…