İngiliz yazar ve eleştirmen Geoff Dyer; 1998 yılında yayımladığı bu romanı, dilimize Seda Ersavcı çevirisi ve Everest Yayınları etiketiyle ancak 2016’da kazandırıldı. Daha önce de Türkçeleştirilmiş bazı eserleri olmuştu, ancak ben bunu çıkar çıkmaz fark edip listeme eklemiştim. Dyer, romanında farklı bir anlatım tarzıyla bize kendini gösteriyor. Anlatılan olaylar, karakterlerin özelliklerinden ziyade anlatım tarzıyla öne çıkıyor. Konu itibariyle kitabın hemen başında yer alan D. H. Lawrence’tan alıntısı bize çok şey ifade ediyor kanımca: “Alışıldık iki çifti ele alıp ilişkilerini geliştirmektir. George Eliot’ın kitaplarının çoğu bu plâna uyar. Bense bir olay örgüsü falan istemiyorum, sıkılıveririm çünkü. O yüzden başlangıç olarak iki çifti ele alayım diyorum.” Bir kurgu eserde bizi en çok tatmin eden nedir: Oluşturulan olaylar dizgesi mi, yoksa olayların anlatım biçimi mi? Dyer, bize ikincisini sunuyor daha çok. Kitap yazmak hayaliyle Londra’dan Paris’e gelen Luke’ın tuttuğu eve yerleşmesiyle hikâye başlıyor. Luke, daha sonraları yakın olacağı dostu Alex ile tanışıyor. İkilinin arkadaşlığını yazar “ilk görüşte arkadaşlık” olarak etkileyici biçimde ifade ediyor. Okurken, Luke’ın hayatının erteleme, can sıkıntısı ve bıkkınlıklardan oluştuğunu anlıyoruz. Ta ki Nicole ile tanışana kadar… Nicole ile tanışır tanışmaz onunla yeni bir buluşma ayarlamak için can atar, daha çok birlikte olmak ister. İkisi de birbirine oldukça ısınmıştır ve birlikte yaşamaya başlarlar. Ancak bu durum bir anlamda da tüketmek demektir. Sonrasında dostları Alex, Sahra adlı bir kadınla Amerikalı arkadaşları Steve’in tanışıp ona âşık olur. Bu iki çiftin birlikte yaptıkları, hayatlarında çok şey değiştirir: Birlikte film izlerler, kadınlardan ve erkeklerden konuşurlar, günlerce şehir dışına kaçarlar. Uzun süre birbirlerini tanıma fırsatı bulurlar. Bu da birbirleri hakkında fikir sahibi olmaları demektir aslında. Sadece ikili ilişkilerde böyle değildir, aynı zamanda dostluklar da böyle gelişir: “Beraber yenen bir akşam yemeği iki insanın bir beklenti ve arzu boşluğuna ayrı ayrı kozalarda yerleştirilmesi demekti. Oysa bu format –dört arkadaşın akşam yemeği yemesi- daha ilk andan itibaren birbirlerinin hayatlarına dair fikir sahibi olmalarına olanak sağlıyordu.”(s. 96) Bu gelişmelere herkes hazırlıklı değildir, bazılarına yıkım getirir, bazıları ise farklı bir hayata yönelir. Neredeyse aniden gelişen arkadaşlık, kişilerin bazı tercihleriyle yıkıma uğrayacaktır. Farklı bir yaşam tercih eden Luke, birçok şeye sebep olur.
Bu romanı, benzer kurgulardan farklı kılan ise kurgunun gidişatında farklılıklar olması, anlatıcının birkaç bölümde araya girip bazı şeyleri erkenden itiraf etmesidir. Aynı zamanda Dyer, doyumsuz ve duygusuz bir karakteri bize yıkıma sebep olan kişi olarak göstermekle kalmaz, aynı zamanda ilişkilerdeki kırılganlığı, püf noktaları ve rolleri (yer yer kadın-erkek rollerinde yer değişiklikleri olsa da) belirtir. Romanın ilk kahramanı Luke, belki de bir tüketiciyi (her anlamda bir tüketici) temsil ediyordur. Yaptığı seçimler ve mizacıyla nelere sebep oluğunu ortaya koyması bundandır. Dyer, ayrıca, bize ilişkilerin uç noktalarını da gösteriyor. Heteroseksüel bir cinsel yakınlaşmanın nerelere vardığını; kadının, erkeğin gözünde bir arzu nesnesine dönüşmesini anlatıyor.
Oldukça çarpıcı olan bu roman, özellikle ilişkilerini sorguya çekmek isteyen; arzu, beğeni, arkadaşlık üzerine düşünenler için uğranılacak bir durak niteliğinde. Dyer’in yalın dili, oldukça dikkatli bir çeviri ile okunmaya değer.
Eser: Geoff Dyer, Paris Esrimesi (Paris Trance), çev. Seda Ersavcı, Everest, 2016, 280 sayfa.
Resim: http://www.idefix.com/kitap/paris-esrimesi-geoff-dyer/tanim.asp?sid=HB1FZ2X1YE1EN3SOSIO0